27.12.10

Yılbaşının Anımsattıkları

Yalnızlığın etrafınızdaki insan sayısıyla alakalı olmadığını, bir hissiyat olduğunu en iyi özetleyen bir örneği anlatacağım. Ailemden uzak sadece bir adet yılbaşı kutladım. Aslında bunun adına kutlamak da denmez. O kış askerdeydim. Üstelik şakaymış gibi gece 12-01 nöbeti benimdi. Koğuş nöbeti tutuyordum. 49 adet mühendisinden avukatına okumuş adamın botunu bekliyordum. Hastaydım. Hatta hiç o kadar hasta olduğumu hatırlamıyorum. Hakkını yemeyeyim bazı arkadaşlar takas teklif etmişlerdi ama biraz da ben kaşındım. Yasak olmasına rağmen sandalyeyi camın kenarına çektim ve manzaraya baktım. Her gün mıntıka yapılan birkaç yol, arazi ve büyük ışıklarla aydınlatılmış bir kıpkırmızı tepe, ne manzara ama! Normalde nöbetin bitmesine 5 dakika kala filan bir sonraki nöbetçiyi uyandırırsın ama ben öyle yapmadım. Bir saat daha nöbet tuttum. Oturduğum yerde, sıcak bir koridorda nöbet tutmamın etkisi var mıdır bilmem ama 1 milyon kişiyle yılbaşını kutlamaktansa 100 yıl ailemle yılbaşı kutlamayı tercih edeceğimi düşünüyordum. Acaba bu yılbaşı ne yaptılar sorusunu sorup durdum kendime. Cevapları buldum. Halbuki her sene aynı şeyler yapılıyordu ama hatırlamak da iyi geliyordu. O gece uyanık olarak onlarlaydım, nasıl bazı günler uyurken onunla oluyorsam.

***

Yılbaşında eğlenmeyi başaran insanları hiç anlamıyorum. Hadi içip eğlenenleri bir yere kadar yine anlıyorum diyeyim. Yılbaşında deliler gibi hiç eğlenmedim. Gayet aklı başımda şekilde eğlendim hep. Neler yaptım şimdiye dek düşünüyordum geçen ve canımı acıtacak gerçeklerle yüzleştim. Ben ne zaman yılbaşı gecesi tombala oynamayı bırakmıştım? Ne çabuk büyümüşüm. Ne kadar büyümüşüm. Ne kadar uzun süredir eğlenmeyi tercih etmiyormuşum. Burada eğlence anlayışımın da tombala ile sınırlı olması ise aslında hayatı hiçbir zaman tozbempe görmediği mi gösteriyordu acaba? Bir keresinde komşularla ortak kutlamıştık. Ben o zaman çocuktum henüz. Sofrada içkiyi görünce çok şaşırmıştım. Çocuğum işte sanıyorum ki içkiyi hep dertli insanlar içer. Halbuki dertsiz insanlar içmeli sanırım bu zıkkımı sadece. Büyüyünce anladım, bazen eğlenmek için ya çocuk olmalısın ya da çocukların akıl erdiremediği şeyleri yapmalısın.

***

Yeni yıl, yeni umutlar filan anlamına gelir. İnsanlar her yıl kutladıkları bir şey için her yıl aynı dileklerde bulunuyorlar; "önümüzdeki yıl bu yıldan daha iyi olsun". Hiç düşündünüz mü cidden böyle bir şey olsaydı milyon yaşındaki dünyada yaşanılan hayat böyle olur muydu? Bu işe yaramıyor çok belli. Dilemekten zarar gelmez diyeceğim ama dileklerimiz olmayınca da üzülüyoruz. Zaten ben bu yeni yıl terimini sevmiyorum. Bana sorsanız birkaç yıldır aynı yıl devam ediyor derim. Ne bir dilek diliyorum, ne de yeni yıldan bir beklentim oluyor. Bu uzatılmış bir yıl ne zaman bitecek diye düşünüyorum daha çok. Haftaya biter mi? Hiç sanmıyorum.

***

Melike geçen gün Umut ile kurduğumuz hayallerde pek para yok demişti. Sonra da bir soru sormuştu. "Korkuyor muyuz ki?" diye. Cevabı buldum. Tanrı dünyayı ve insanları yarattığında para yoktu. İnsanların bunu bulması binlerce yıl sürdü. Paranın buluşundan bugüne dek olan süreçte de paranın nelere yol açtığını az çok biliyoruz. Her insan kendi rüyasının tanrısıdır. Kendine özel bir dünya düşünür ve ona uygun insanları yerleştirir. Kendi rüyamızın tanrısı olarak yarattığımız hayaldeki insanlar paraya bulaşsın istemiyoruz. Çünkü hayalimizdeki insanlar değer verdiğimiz insanlar. Onların parayla değil sevgiyle işi olsun istiyoruz. Hayır Melike bu korku değil, bu besbelli ki "sevgi". Bu sevgiyle insanları bir dünyada tutabileceğine dair duyulan tanrısal bir "özgüven". Bu hala güvenebileceğin insanlar seçebildiğinden "cesaret".

***

Benim canım çok sıkılıyor bu aralar. Kar yağsa bari. Mutlu yıllar size. 

24.12.10

Sevmek Üzerine

“ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım”

Üstat böyle buyurmuş zamanında. Bir şairin yazdığı -hele ki bu şair Özdemir Asaf ise- bir cümleyi yorumlamadan önce düşünmeyi düşünmek lazımdır. Bu cümleyi çok düşündüm.

Yeryüzünde bir insan var mıdır ki bütün sevgilerinin karşılığını almış olsun? Ya da bir insan var mıdır ki tüm sevgilerinde karşılık beklememiş olsun? Hiç sanmıyorum. Durum böyleyken şair bu cümleyle neyi anlatmak istemişti?  “Geleceğim, bekle dedi, gitti / ben beklemedim / o gelmedi / ölüm gibi bir şey oldu / ama kimse ölmedi.” mısralarını yazan birinin de dünyanın en mutlu ya da en şanslı insanı olmadığı, dolayısıyla her sevgisine karşılık bulmadığı da çok açıktı.

Her sevgiden geriye kalanlarla yetinmek, yani “yine de güzeldi” diyebilmek mümkün müydü peki? Pişmanlık yaşamaktansa hayatı onlarca parçaya bölüp, her parçasının kıymetini bilmek; hayatı bir bütün değil de onlarca parçadan oluşan bir çeşit emanet (kişisel gelişim kitaplarının ne kadar boş olduğunu en iyi anlatan cümle “hayat size verilmiş bir hediyedir.” cümlesidir. Geri alınan şeyin adı hediye değildir. Ayrıca hediye şeyler ‘gün’lük kullanılmaz.) olarak düşünmek mümkün müydü acaba? Bu soruların yanıtı belki de bendeydi.


Gözlerimi kapadım. Zuhal Olcay’ın insanı kendisine aşık eden kadınsı sesi, en sert kalpleri bile sızlatacak melodiler eşliğinde odanın sessizliğini arttırıyordu. Yatağımda uzanıyordum. Sağ tarafımda duran “okuma kitabı” ile diğer tarafımda duran “diz üstü bilgisayar”ın medeniyet savaşı acaba ne zaman patlayacak endişesinden kurtulup, şarkıların arttırdığı sessizliği bozacak düşüncelere odaklandım.

Şairden empati yapmasını için rica ettim… Çok mutlu olduğum, dinlemekten hiç bıkmayacağımı düşündüğüm, “:(“ yaptığında bile yerle bir olduğum o güzel günleri düşünmesini; sonra da şu anki mutlu olmak için harcayacak enerjimin bile olmadığını, her şeyin anlamını yitirdiğini, bazı günler her şeyin hiçbir şey, diğer günlerde de hiçbir şeyin her şey olduğunu görmesini istedim. Şimdi söyle bana ben bu sevgiden borçlu çıkmış mıyım? Pişman olmalı mıyım? “Yine de güzeldi” diyerek kendimi avutsam, hayatımı onlarca parçadan düşünüp, yaşanması gereken bir parçayı yaşadığımı, artık geriye kalanların kıymetini bilmem gerektiğini söylesem kendimi inandırmış olur muyum? Şairin yüzüne baktım. Üzüntülü olduğu çok belliydi. Belli ki söyleyecek sözü de yoktu. Söyleyecek sözünüz olmadığında ya da söyleyemedikleriniz içinizde büyüdüğünde hiçbir şarkı sözü “so in a manner of speaking / i just want to say / that like you i should find a way / to tell you everything / by saying nothing” kadar canınızı acıtamaz.

Aşikar olan başka bir şey daha var; kendi düşüncelerinizde empati yapamazsınız.

Geriye tek bir şey kalıyordu, o da sevginin çeteresini tutmamak. Ben onu çok seviyordum, o beni az sevmiş; ben belki hala onu seviyorumdur ama o beni sevmiyordur gibi karşılaştırmalı sevgiden kaçınmak, sevgilerimizi sadece ve sadece kendi mutluluğumuz için beslemek şairi haklı çıkartabilir. Bazen ben bile kendi yazdıklarıma inanmıyorum… Gelin görün ki bir de huzur (Huzur için tek ve mutlak bir şartın olması da kahpe feleğin şairi haksız çıkarma biçimi. Huzur sadece sevdiğinizin eşdeğeri kadar sevildiğinizde olur. Huzur eşit kollu terazi gibi. Sol kefedeki sizin kalbiniz ve sevginiz, sağ kefedeki yüz yüze durduğunuz kişinin kalbi ve sevgisi ile dengede olmalıdır. Denge bir kere bozuldu mu hangisinin ne kadar olduğunu bilmenin yolu yoktur.) diye bir kelime var işte.

Ve hiçbir şiir

"Gitmek mi delisin,
beklememdir burada deniz.
Gitmek gibi geleceğim
Denizin delisine
Delinin denizi gibi
O ne kadar giderse..."

kadar güzel olmamalıdır.

23.12.10

Galatasaray

Hakkında armasının altında ezilen ruhsuz futbolculardan, futbol takımını ali baba'nın çiftliğine çeviren yöneticilerine; Serdar Özkan'ından, Gökhan Zan'ınına; bu takım 4-3-3 oynayamızdan, santroforsuz çıkılan maçlara; mercan rengi formasından, Arda'nın kaptanlığına; kötü oynayan futbol takımını protesto etmek için koltukları sahaya atan taraftarından, ultraslan taraftar oluşumuna; Ali Sami'yeninden Aslantepe'ye kadar birçok konuda paragraflarca şey yazılabilinir; ama bunlar zaten çok tartışılan ve yazılıp-çizilen şeyler. Başka bir pencereden olaya bakacağım; "Galatasaray sevgisi"

Maçlarına gidip destekleyen, çoraptan beresine kadar resmi ürünlerini giyinen veya gsm hattını, sigortasını, internet tarifesini kullanan bir taraftar değilim. Yani Galatasaray'ın ağzı olsa ve "ne hayırsız taraftarsın sen" dese yeridir. Ama biliyor ki ben onu çok seviyorum. Hatta ilginç bir şekilde yenildikçe, bu takım kümeye düşer denildikçe ve şampiyonluktan ligin daha ilk yarısında kopmuşken bile daha fazla seviyorum. Benzetmek belki yanlış olacak ama bu yönüyle bu sevgi tanrı inancına benziyor. Nasıl ki hayat bize kazık attıkça tanrıya sığınma gereği duyarız, ona dua ederiz, Galatasaray'a da yenildikçe daha fazla sevgi ile bağlanıyorum. Benzettim gayet de oldu.

Bir de şöyle bir "Galatasaray'a hitabe" var;

"Gözlerinizden "hasret" yaşları dökülebilir bazen...
Tarihi yazan aslanların tekrar kükremesini özleyebilirsiniz...
Kükreyişlerin sona erdiğine de inanabilirsiniz...

Arenaya her çıkışında tüylerinizi diken diken eden aslanlar,
"Gaflet", "Dalalet" ve "Hıyanet" içerenler yüzünden ayrı düşebilirler;
"Aslan Yürekliler" ormanlardaki yağmurlar yüzünden kükremeyebilirler...

İnancınızı yitirmiş olabilirsiniz; "Bizler inandık siz de inanın" dediklerinize;
Umudunuzu yitirmiş olabilirsiniz; "Duyun sesimizi!" diye haykırdıklarınıza;
Kasıgalar üzerinizde istediği kadar esebilir...

Ancak;
En kötü günde bile "En Büyük" olduğunuzu hatırlayın;
En korktuğunuz anlarda bile "En Cesur" olduğunuzu hatırlayın;
En yorgun gününüzde bile "En Güçlü" olduğunuzu hatırlayın;

Farelerin "Saray" ınızın çakıl taşlarını kemirmesi ile bu "Saray" yıkılmaz!
Bir günde "Kral" olmayanlar; "Bin" günde "Tahttan" düşmez!
Bunu unutan kimse; "Aslan" ın gazabını çekmeye mahkumdur."
  -Onur Aydın

Sarııııııııııııııııııııııı

20.12.10

Bir İtiraf, Bir Şarkı

Yaklaşık olarak son 2 ayda yazdığım/hazırladığım 21 yazının sadece 10 tanesini yayınladım. Niye diye merak edenleriniz olur diye nedenlerini yazayım.

Blog yazmaya ilk başladığımda "zaten yazıyorum bunları, yayınlayayım ne olacak ki" fikrindeydim. Daha sonradan da "bir cümleye takılıp iki satır yorum yazacağımıza, bununla ilgili yazılar hazırlayalım, yani daha etkileşimli olsun" istemiştim. Bu da çok ütopik bir düşünceydi şimdi kabul ediyorum. Artık ne özel hayatımı buraya taşıyarak blogu günlük gibi kullanmak, ne de olmayacak bir hayalin peşinden koşmak istiyorum. Yazılarımı yazıyorum; bazen paylaşıyorum, bazen de paylaşmıyorum. 

Zaten fazla bir seçenek de yok gibi. 

17.12.10

Müşteri Rahatsızlığı

Daha önceden de başka bir müşteri temsilcisiyle aramızda geçen dialogları yazmıştım. Bu sefer ki bambaşka ama, yazmazsam çatlarım. TTnet müşteri temsilcisi beni arar...

"Ben bilmem bilmem kim, Sayın S. hanım ile mi görüşüyoruz, yeni ttnet tarifeleri ile ilgili bilgilendirme yapacaktık da."
"Ben oğluyum."

Ev telefonu annemin üstüne olduğu için zamanında vekalet alıp ben açtırmıştım. Cep  telefonuna da kendi numaramı yazmışım. Allah beni kahretmesin emi.

"Kendisi ile görüşebilir miyiz?"
"Kendisi şu an yanımda değil, evi aramayı denediniz mi? Hem kendisi uzay çağında yaşıyor, telapati ile iletişim kuruyor, internet tarifelerinden anlamaz. Bana anlatsanız olmaz mı?"
"Güvenlik sebeplerinden ötürü kendisi ile görüşmek zorundayız beyefendi."

Kibarlığı da elden bırakmıyor. Konuştuklarımız galiba kayıt altına alınmıyordu...

"Tamam neyin reklamını yapacaksanız hayır diyoruz 'sülalecek'. Girdiği kadarından memnunuz biz, zorlamaya gerek yok..."

Sessizlik. Gözünü sevdiğimin sessizliği.

"O zaman biz başka bir zaman arıyalım; ne zaman annenize ulaşabiliriz?"
"Beni arıyarak anneme ulaşamazsınız, hayatın acı gerçeği beyefendi."
"Ev numarasından ulaşabilir miyiz?"
"Bi deneyin yarın, neden olmasın? Ama dediğim gibi anlamaz bu işlerden pek."

İyi günler dilenir ve telefonlar kapanır.

Yarın annem "oğlum ttnet'ten aradılar, ismimi sen vermişsin" diye zılgıt atmasa iyidir. Size sorarsa ben bir şey demedim tamam mı?

11.12.10

73

Televizyon ekranlarının en postmodern dizisi olan The Big Bang Theory'deki en marjinal karakter Sheldon Cooper tarafından tüm zamanların en iyi sayısı 73 seçildi. Şöyle ki;

73, 21. asal sayı. Tersten 37 oluyor, ki o da 12. asal sayı. O da tersten 21 oluyor ve 21 de iki asal sayı olan 7 ile 3'ün çarpımıdır. İkili sayma sisteminde 73 palindrom olur (palindrom cümle içinde böyle mi kullanılır?). Bir, sıfır, sıfır, bir, sıfır, sıfır, bir (1001001). Tersten okuduğunuzda tamamen aynı!

Matematik ortada, adam haklı. Sonuçta bükemediğin teorik fizikçiye tapacaksın.(?)

Aynı dizideki bir diğer karakter olan Raj ise en iyi sayının 5,318,008 olduğunu iddia etti. Hesap makinesine yazıp tersten okuyunca ortaya çok bilindik olan leblebi gibi bir kelime çıkıyor: "boobies" =))

Bu fizikçiler alem adamlar vesselam.

The Gates of İstanbul





see there, past that far-off hill
a tower held in the sky
hear there, in that dark blue night
the music calling us home

see there, in that far-off field
flowers turned to the sky
feel there, in that dark blue night
the music calling us home

stars may always guide our way,
from desert sands where winds blow harsh and long
but here's where our hearts will pray
and all our loves will slumber with a song

stars may always guide our way,
from desert sands where the winds blow harsh and long
but here's where our hearts will pray
and all our loves will slumber with a song

so now, if our hearts be true
and like a pool of truth reflect the sun
we will find right honour there
and keep us safe and lead us from all harm

then come love, let us dance all night
until birds they waken at the dawn
then come love, let us sing all night
and all our loves will slumber with a song

then come love, let us dance all night
until birds they waken at the dawn
then come love, let us sing all night

1.12.10

Bir Şehrin Ruhu

"Şehirlerin ruhu var mıdır sayın Özcan bey? varsa Ankara'nın ruhu ne renktir? :)"

Öncelikle ruhu nasıl kabul ettiğimizle alakalı. Ruhu “Bir kanun-u zîvücud-u haricî.”  olarak alırsak, bu ruh sadece canlılara özgüdür. Ama bir şehri, içindeki insanlarla birlikte, yaşayan ve sürekli büyüyen bir organizma gibi düşünürsek, şehirler için de ruh gibi, belki adına "şehri anlatan şeyler" demek daha doğru, metafizik bir güç vardır. Bir şehrin misafirperverliği ile diğerininkini ayıran da içindeki insanların oluşturduğu bu ruhtur. İnsanın ruhu tek, bölünmez ve sökülüp atılamazken; bir şehrin ruhu onlarca parçadan oluşan, değişken ve demokratik katılımın sonucudur.

Ankara'nın ruhu da spektrumun görünür bölgesinin en az enerjili rengi olan kırmızıdır. Soğuk ve enerjisiz.

25.11.10

20 Soru - 19 Cevap

En son orta okul zamanımda deftere sorular hazırlanarak herkese cevaplatttırılırdı, aklıma o geldi. O zamanki sorular "hobin ne?", "fobin ne?" gibi daha basit sorulardı. Fobi kelimesinin anlamını o zaman öğrenmiştim. Nasıl öğrenmeyeyim ama, ilk aşık olduğumu sandığım hatun bana fobin ne diye sormuş. O zaman internet de yok tabi, açtım Türkçe sözlüğü fobinin anlamına baktım. Sonra da kendime güzel fobiler bulmuştum çünkü hatunu fobilerimle etkilemem lazımdı.Yeterince güzel değillermiş, bundan eminim artık =). Şimdiki sorular genel olarak daha güzel hazırlanmış, ben de zaten fobilerimle kimseyi etkileyemeyeceğimi öğrendim.

Neyse, sorulara gelelim

1-En sevdiğiniz kelime : Heyhat.
2-Nefret ettiğiniz kelime : Sanırım.
3-Ne sizi heyecanlandırır? : Çok az şey. Ömür boyu bir kez olacak şeyler. Abimin nişanı gibi.
4-Heyecanınızı ne öldürür? : Çabuk sıkılan biriyimdir; dolayısıyla "zaman".
5-En sevdiğiniz ses : Yağmur ile yeryüzü  buluştuğunda çıkan ses. Yağmurun sesi. 
6-Nefret ettiğiniz ses : Patlak hoparlörden gelen cızırtı. 
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? : Askerlik. Sorun her gün bot boyamak, tıraş olmak ya da aynı üniformayı giymekten öte bir şey. Bildiğin insan kalıbı değişiyor. Buna rağmen Hava Harp Okulu'nun kıyısından dönmüş olmam da nasıl bir şanstır.
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz? : Uçmak. 
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz? : Kendime örnek aldığım biri olmadı, o yüzden bu sorunun cevabı benim için çok zor. Belki, Antik Mısır dönemindeki firavunlardan biri olmak isterdim. Sırf piramitler nasıl yapılıyor görmek için =)
10-Nerede yaşamak isterdiniz? : İnsanın yaşadığı mekana değil zamana ait olduğunu düşünüyorum. O yüzden bu sorunun cevabı "geçmiş"tir.
11-En önemli kusurunuz : Duygusal olmam. Alınganlığı da beraberinde getiriyor bu. 
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz : İnternet. 
13-Kahramanınız kim? : Freddy Krueger.
14-En çok kullandığınız kötü kelime : Lan!
15-Şu anki ruh haliniz : Zamansız alınmış ve mevsiminin gelmesini bekleyen kazak gibi. Yeni ama şu an için lüzumsuz.
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler : "Everybody lies"
17-Mutluluk rüyanız : Bunun cevabını bilmiyorum.
18-Sizce mutsuzluğun tanımı : Mutluluk kimyasal bir reaksiyon olarak düşünürsek, ki öyle olduğunu biliyoruz, sevmek ve sevilmek bunun katalizörüdür. Sevip ama sevilmeme ya da hiçbir şeyi sevememe durumudur.
19-Nasıl ölmek isterdiniz? : "Yaşlanarak"
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz? : Herkes ikinci şansı hak eder! =)


Şimdi benim de birilerini mimlemem gerekiyor sanırım. Hayır, o kadar takipçimin içinden kimi seçeceğimi şaşırdım =)


Son olarak da ister bunun adına "mimlemek" deyin, ister "ara pası" deyin, isterseniz de " 'pivot tipi santrfora' defanstan şişirilen top" deyin, ne derseniz deyin, ama buradan Melike'ye teşekkürlerimi de iletmiş olayım.
İletildi raporu - hayır.
Cevap iste - hayır.  
Gönder  (=

23.11.10

Ekşi Sözlük

Sadece eksi sözlük'te bile 8236 entry yazılmış hakkında. Diğer sözlüklerde de üşendim bakmadım ama epeyce şey yazılmıştır. 10'larca kere de blog konusu olmuştur. Bunları niye sayıyorum diye soruyorsunuzdur şimdi. Bu basit istatistikler iki anlama gelmektedir. Bunlardan biri iyi haber, diğeri kötü haber. Kötü olan yazdıklarım çok çok orijinal şeyler olmayacaktır. İyi haberse ehh hakkında bir şeyler yazmak benim de hakkım sayılır.

Uzun yıldır ekşi sözlük'ü takip ediyorum. Hiçbir zaman iyi bir sözlük yazarı olmadım ama her zaman ortalama bir sözlük takipçisi olmuşumdur. Uzun yıl dediğim de birkaç yıldan fazla işte. Tam sayıyı vermiyorum ki neslim ortaya çıkmasın asdljklj

Ekşi sözlük'e ilk yazmaya başladığımda internet bağlantı hızımız 256 Kpbs'idi. Dial Up'tan sonra 256 çok hızlı geliyordu o devirde. Şimdi verseler hiçbirimiz google'ı bile açmaya tenezzül etmez. Neyse, hani her yazar alımından sonra denir ya, "yeni nesil geldi sözlük çok bozuldu" diye, hah işte gerçekten ekşi sözlük'ün güzel olduğu zamanlardı. Mesela sözlük takip edilecek gibi değil ki dediğinizde her 100 kişiden 99'u  "badi listesi oluşturunca güzel şeyler ortaya çıkıyor" der. O kadar da orijinal düşünürüz.

Yine sözlükte en çok şikayet edilen hususlardan biri de inci sözlük sonrasında ortaya çıkan yazarlar. Deniyor ki, inci sözlük çıktı sözlük bozuldu. Hayır efenim, bu adamlar gökten düşmedi ya da yerden biter gibi yazar olmadı. Bunlar ekşi sözlük bünyesinde zaten olan kişilerdi, sadece inci sözlük konseptinin daha eğlenceli olduğunu fark ettiler. Ekşi sözlük'ün dinamiklerinde biraz sapmaya sebep oldular. Bundan şikayet edenlere tavsiyem şu: Badi listesi yapın, çok güzel şeyler ortaya çıkıyor... (= 

Burada birkaç yazar profili var. Bana en ilginç gelen profil ise sözlük'ü sınırsız eleştiri aracı olarak gören kişiler. Şu hayatta en çok kullandığım klişelerden biridir herhalde "eleştirmek sanattır" sözü. Eleştiri ile hakaret etmenin sınırlarını hep karıştıran, yapıcı olmak yerine sürekli atomlarına bölen bir profil bu. Ama ne hikmetse aynı kişiler nick altına bir eleştiri yazıldığında kıyameti koparıyorlar. Eleştirmek onlara serbest, gerisi bu işte berbat.

Diğer bir profil de sevgi ve barış sözlerini ağzından düşürmeyen sözlüğün hippi kesimi. Nükleer mi yapılacak, nükleer santrale hayır! Füze kalkanı mı kurulacak, füze kalkanına hayır! İyi hoş da ne kadar bilgin var bunlar hakkında da hayır diyorsun? Yarın öbür gün kafana İran'ın hangi füzeye atıp atmayacağı belli olur mu? Sizin sevginiz, barışınız füzeye havada yakalayabilir mi? Burada acı ama gerçek olan tek şey, yerli yapımı bir füze kalkanının daha pahalıya patlıyor olması. Nükleer santral için de henüz cilalı taş devrindeyiz zaten.

Diğer bir profil de en dandik başlıkta bile kendini belli eden çıkıntılar. "Durduk yer adamın amına koyan şarkılar" diye en basitinden bir anket var, belki rastlamışsınızdır. Epeyce de entry girilmiş. Hemen her sayfada biri çıkıp "durduk yere koymaz, vardır bir sebebi...", "amınıza koydurtmaya ne kadar meraklıymışsınız..", "kadınım ama bla bla" gibi bir entry'ler var. Bu grubun olmazsa olmazı arama yapmadan ileti yazdı diye "aramaya inanmak" ayarı geçen kişiler. 2500 entry girilmiş kim baştan okur ki, aramaya inansın!? Yani benim gibi birkaç kişiyi saymazsak tabi.

Troll tayfasını da üçe ayırıyorum. Owencan'ın başını çektiği zararsız ve zaman zaman eğlendirici şeyler yazan yazarlar, eleştiri hakkı adı altında saçmalığın dibine vuran anarşist yazarlar ve lara gofret. Lara Gofret'in bilmem kaç yıllık eski sevgilisi değilim ben, yanlış anlaşılma olmasın asdlkjj

Sözlük'ün bir de yalaka tayfası var. Bunları ssg nicki aktında rahatlıkla seçebilirsiniz. Mesela ssg Okan Bayülgen'in programında birine ayar mı verdi, hemen başlık altında toplanırlar. "Off nasıl ayar verdi ama", "ssg yüzyılın ayarını verdi", "çok pis ayar verdi" gibi alt alta entry'leri sıralarlar. Ssg birine ayar verince nick altına yazma gereği duyuyorlar ilginç bir şekilde. Hayır sanki savunduğu kendi davaları. Komiksiniz lan.

Futbol tayfasını atlayacak halim yok. Sözlük'te epeydir en çok entry'leri alan başlıklar futbol başlıkları oluyor. "30 Şubat Xspor -Qspor maçı" başlık formatını görmüşsünüzdür. Olmasın demiyorum, eleştirim buna değil. Maçta bir gol mü oluyor, alt alta "Şahabettin attı", "Xspor golu buldu", "Şahabettin'in golü", "Gol ama ofsayt kokuyor" gibi aynı içerikli entry'ler diziliyor. Anladık lan gol oldu asdlkjlj. Gol olsa da entry yazsam diye bekliyor bu kişiler. Bu arada Haftasonu oynanacak gs-bjk maçı için "link aradığım maçtır" tanımını en az 10 kişi yapacaktır. İddiaya var mısınız?  

En büyük eleştirilerimden biri de "Ankara'nın en büyük yavşağı" tarzı başlıklar ve bu başlıklara entry yazanlar. Bir kere bu başlık korkaklığın ve yenilmişliğin bir göstergesi. Düşündüğünü istediğin gibi yazamıyorsun. Kim olduğu kabak gibi belliyken çaktırmadan küfretmiş oluyorsun. Bu başlığı açan ya da altına entry yazan birçok kişi aynı zamanda Atatürk'ü kastedilerek açılan "Türkiye'nin en büyük yavşağı" başılığında kıyameti koparıyor. Niye? Çünkü bu işine gelmedi. Bana kalırsa iki başlık da yavşaklık. Ha Atatürk için açılan daha büyük yavşaklık, o ayrı.

Sözlük'ün hiç mi iyi tarafı yok? Elbette var. Olabilecek en küçük klon sözlükte hiçbir kazanç yokken bile dönen entrikaları gördükten sonra diyebilirim ki, Ekşi sözlük'ün yöneticilik sistemi oldukça oturmuş. En azından kimin sözlük'ün sahibi olduğu belli, paranın kime aktığı belli. Diğer artı tarafı da sanal ortamın reklam gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturan porno reklamlarının şimdiye dek sözlük'e bulaştırılmamış olması. Ssg kazançtan fedakarlık yapılıyor derken büyük oranda bundan bahsediyor olmalı.

Bir de biraz komik olacak ama Türkçe siteler içinde en geniş şarkı sözü arşivine sahip sitelerden biri. Oturup tek tek saymadım ama ekşi sözlük'te bulamadığım bir şarkı sözünü kolay kolay hiçbir yerde bulamıyorum. Sözlük formatı içinde ne kadar kıymetli şarkı sözleri tartışılır tabi ama olsun + hanesine eklemek lazım bunu da.

Yaklaşık iki yıldır yazmadan sadece takip ettiğim bir site sonuçta. Bakma sürem de günde 10 dakika filan oluyor. İlk sayfaya bakıyorum, sonra birkaç dakika sonra sayfayı yenileyip tekrar bakıyorum, bu kadar. Arada da tdk'nın kanı sitesine girene kadar buradan sözcük anlamlarına filan bakıyorum.

Badi listemden de şahane şeyler filan çıkmıyor.

Fotoğrafın da bir anlamı yok, çok şirin geldi sadece =)  

22.11.10

Geleneksel Hayat Tespitleri #6 - Her Şey Boyanmaz

Bir çocuğa evi, arabayı ve ağacı boyattırabilirsiniz ama rüzgarı asla boyattıramazsınız. Bazı şeyler renksizdir, daha doğru bir deyişle renge ihtiyaç duymazlar. Bunların çoğunun özgürlük tasvirlerinde kullanılması da tesadüf olamaz. Rüzgar gibi, ışık gibi...

Renginin adını koyamadığımız şeyler, bizi özgür kılar.



Not: Arka planda Düş sokağı Sakinleri ve mor yel çalıyor. "yakın gel 'uçan' mor yel, çünkü uykular çok güzel..."

14.11.10

Kim Arasın Çıkmazı

Babam, halam ve amcam arasında geçiyor ve ben ağzım açık dinliyorum;

Hani çok da lazım olmayan birisi aranacak,

babam: Ben ararım tamam.
halam: Seninki turkcell, vodafone çok yazar. Ben ararım.
amcam: Seninki her yöne bedava mıydı?

Şu yaşımdayım, hala hangi operatörde hangi kampanya var bilmem. Turkcell'i ben zengin ediyorum galiba :/

halam: Değil ama vodafone'dan vodafone az tutuyor.

Kanlarında var; hani eski toprak, kıtlığı, yokluğu görmüş derler ya, cidden böyle bir güç var. Çevremde böyle düşünen üç arkadaşım olsaydı, şimdiye Turkcell batmıştı. Belki de batmamıştı. Yaşamadan bilemeyiz.

12.11.10

The Blue Cafe


6.11.10

Power Snooker

Henüz bu yaz Rod Gunner tarafından oluşturulan bir fikirken, geçen hafta sonu ilk resmi turnuvasına Londra'da sahne oldu(tanım oldu asdljlkj). Bilinen snooker'dan farklı olarak seyir zevkine yönelik bir oyun bu. Snooker'ın aksine 15 kırmızı topla değil de 9 kırmızı topla oynanıyor olması kırmızı topların dizilimini bilinen 9 top gibi yapılmasını gerektiriyor. Diğer bir değişiklik ise zaman sınırlamalarında. Her maç 30 dakika ile sınırlandırılıyor ve her vuruşun en fazla 20 saniyede yapılması şart. Bu da oyunun daha hızlı bir şekilde oynanmasını beraberinde getirmiş oluyor. Diğer bir önemli değişiklik de power ball denilen power işaretli kırmızı top cebe girdikten sonra 2 dakikalık süreçte yapılan her potun puanın iki ile çarpılarak genel puana eklenmesi. Bu da beraberinde bir sürü stratejiyi getiriyor.

Londra'da yapılan ilk ayağını, oyunu "snooker'ın yeni yüzü" olarak tanımlayan Ronnie kazandı. Ronnie'nin hız konusunda ve seri üretiminde dünyanın en iyisi olduğunu söylemeye gerek yok herhalde; dolayısıyla bu oyun onun için biçilmiş kaftan. Finalde de fotoğrafta gördüğünüz Çinli Ding'i yendi. Ding de benim yeni nesilden izlemesini en sevdiğim oyuncu. Mental problemlerini çözerse gelecekte birkaç dünya şampiyonluğu alır diyorum.

Snooker vs power snooker karşılaştırmasında benim gönlüm hala snooker'dan yana. Biraz gelenekçiyim bu konuda. Vuruş yapılırken seyircilerden yükselen sesler, gerek oyunculardaki gerekse de hakemlerdeki rahatlık oyunun yapısına uygun değil. Tamam illa papyon takıp oynansın demiyorum ama bilardonun her kategorisinde; amerikan olsun, 9 top olsun, 3 top olsun, artistik bilardo olsun, snooker olsun hep konsantrasyon ve dinginlik ön plandadır. Sarhoş seyircilerden yükselen sesler ya da vuruşun 3, 2 ,1 diye yüksek sesle geri sayılması oyunun yapısında yok. Zaten beraberinde bir sürü basit hatayı da beraberinde getiriyor.

Sonuçta yeni bir girişim, belki biraz daha beklemek gerekli. Bilardo oyununun popülerliğini arttırmak ile oyunun doğasını koruma dengesinin iyi ayarlanması lazım.

I love this game, too.

28.10.10

Bir Kızılderili Der ki

Ahmet'in kapitalizmin robot ordusuna karşı başlattığı kavgayı okuyunca [burada] bir kızılderilinin ağzından söylenmiş, çok sevdiğim ve bilindik bir yazıyı hatırladım. O zaman kızılderililerin topraklarını para ile almayı düşünen büyük beyaz reis, şu anda tüm robot askerlerini dünyaya salmış durumda. O zaman parayla alamadığı yerleri de savaşarak aldığını biliyoruz. Fark var mı?

"bir kızılderiliyim ve anlamıyorum...

Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? bunu anlamak bizler için çok güç! bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! beyazlar için durum böyle değildir. bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. çünkü kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

washington'daki büyük beyaz reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. büyük beyaz reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. bu önerinizi düşüneceğiz! ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz kızılderililer. bu kentlerde "huzur" ve "barış" yoktur! beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! insan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? bir kızılderiliyim ve anlamıyorum!

biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. hava önemlidir bizler için. ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. beyaz adam için bunun da önemi yoktur! ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. hem nasıl kutsal olmasın ki hava? atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo'dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! biz sadece yaşayabilmek için avladık buffaloları! bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

şu gerçeği iyi biliyoruz: toprak insana değil, insan toprağa aittir! ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! bildiğimiz bir gerçek daha var: sizin tanrı'nız bizimkinden başka bir tanrı değil! aynı tanrı'nın yaratıklarıyız. beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. siz tanrı'nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! ama tanrı, hepimizi yaratan tanrı için kızılderili ve beyazın farkı yoktur. ve kızılderililer gibi tanrı da toprağa değer verir. bu toprağa saygısızlık, tanrı'nın kendisine saygısızlıktır. beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren tanrı'nın kaderini anlayamıyoruz! tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi. bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! işte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak...
"

Tüm bunlara rağmen ben de kapitalizmin simgesi haline gelmiş olan coco cola'nın ve mc donald's  ın dahi hastasıyım. Sonumuz benzemesin, ne diyeyim.

27.10.10

Cevapsızlık



Bazen hiçbir sebep yokken kendimi dört duvar arasına sıkışmış gibi hissediyorum. O anda nerede olduğum,ne yaptığım ya da kiminle konuştuğum hiç önemli değil. İnsanlığı sorguluyorum, dünyayı sorguluyorum, hatta evreni sorguluyorum. Var olmayı sorguluyorum. Niye sorusuna cevap arıyorum, arıyorum ama bulamıyorum.

Sonra bir şarkı açıyorum bana geçmişi hatırlatıyor. Şimdi sırası değil diyorum kapatıyorum. “Kadınlar şarkı gibidir, sözlerini unutsanız bile melodisi aklınızda kalır” sözünü hatırlıyorum ve gülüyorum. Aslında gülmüyorum da… Sonra düşünüyorum, dört duvar arasında olmak ne kadar yanlış yorumlanmıştır ve kullanılmaktadır. Her odanın altı yüzü vardır halbuki. Ben altı duvar arasında kalıyorum.

Tüm karamsarlığım üzerime çöküyor. Optimistliğin aksine karamsarlığın bir limiti yok. Sonuçta iyi maaş alıyorum diyen biri, aslında ne kadar para alamadığını hiç düşünmez. Aldığı para kadar optimisttir. Kazanamadığı kadar, ki bu epeyce çok ediyor, pesimist olma lüksü vardır. İnsan pesimist olmaya görsün, düştüğü yerin dibi bile olmuyor.

Sonra dip deyince aklıma Tyler Durden geliyor. “Sen işin değilsin; kazandığın para değilsin; cüzdanındaki para değilsin; sürdüğün araba değilsin; giydiğin kıyafet değilsin; sen dünyanın boktanlığında şarkı söyleyip dans eden birisin”. Ben bunların hiçbiri değilim. Bazen herkesin bir Tyler Durden’ı ihtiyacı oluyor. Ben gerçekten neyi istiyorum? Ben aslında kimim? Bu soruların cevabını gösterecek bir arkadaşa herkesin ihtiyacı oluyor.

Şu anı yaşa sözüne de bitiyorum. E ben şu anda anı yaşıyorum ama o an benim ağzıma sıçıyor, şimdi ne olacak? Hakikaten, yaşamak nasıl bir şeydi?

Dedim ya insanları, hayatı sorguluyorum diye. İşte ben dünyanın en iyi insanı olsam dahi babamı bir gün fazladan göremeyeceğim. Protonu 0.9c hızla gitmesi babamı bir gün daha fazladan görmemi sağlamayacak. Lanet olsun böyle bilime. 6 yıl tıp okuyup, bir sürü ameliyata girip, binlerce serum taksan bile babamı bana bir gün daha fazladan gösteremeyeceksin. Lanet olsun böyle tıpa. Bu kader ya da alın yazısı denilen şey çok boktan bir şey. Köşeye sıkışmış kediyi ezerek öldüren insanlar, 12 yaşındaki kıza toplu tecavüz eden kişiler yaşamaya devam ederken ben babamı bir gün daha fazla göremeyeceğim. Varoluş çok adaletsiz.

Soru şu:

İpler haricinde bir kukladan neyimiz eksik?

Cevapları bulamıyorum…

21.10.10

Salinui chueok (Memories of Murder)

Normalde filmleri köşesine yazarım ama bu film daha geniş yer almayı hak ediyor.

Kore yapımı, dram ve komedi öğeleri içeren seri katil filmi. Seri şekilde işlenen cinayetleri çözmeye çalışan üç farklı karakterdeki polis memuru başrolde. Dört yıllık eğitimden geçip gelen ve olayları kağıt üzerinde çözmeye çalışan bir polis, "ben suçluyu gözünden anlarım" diyen bir polis ve olayları uçan tekmeyle çözmeyi uman bir polis. Film, her olayın her karakterler üzerindeki etkisini an ve an çok iyi yansıtıyor. Soğukkanlı ve eğitimli olan polis, filmin sonunda silahı çeken oluyor mesela. Daha fazla içerik bilgisi vermeyeceğim. Artık alır mısınız, yoksa bir yerlerden edinir misiniz bilmiyorum ama mutlaka izleyin bu filmi. Haaa unutmadan, katili bulmak size düşüyor. Kolay gelsin ve iyi seyirler.

imdb











18.10.10

Filmlerin Az Bilinen Yüzleri - Afişler

13.10.10

Zamanda Yolculuk da Olur Zamanla

Stephen Hawking’i duymayan yoktur. Kendisinin tarifiyle fizikçi, uzay bilimci ve bir çeşit hayalperest. Daha önce kendisiyle ilgili bir yazı daha yazmıştım; o yazımda fiziğin sürekli gelişmesinden ötürü fikirlerin nasıl siyahtan beyaza dönüşebileceğini anlatmıştım. Bu sefer İnto the universe with Stephen Hawking adıyla 3 adet bölümden oluşan belgeselin ikinci bölümü olan time travelling bölümünden bahsetmek istedim. Sonuçta alakasız insanların şu sıralar dikkatini çeken ve fizik bilimine teğet geçtikleri tek konu başlığı bu. Dizinin tamamı 160 dakika filan ediyor ve olayın matematiğine hiç girmeden, gerektiğinde gündelik yaşamdan basit örneklerle açıklanarak anlatılıyor. İzleyin derim ben.

[…]

Zaman yolculuğu yapabilmek herkesin hayalidir. Filmlerde sıklıkla işlenen bir konudur. “Zamanda yolculuk yapsaydın hangi tarihe gitmek isterdin?” en sık sorulan sorulardan biridir. “Şimdiki aklım olsaydı çok değişik olurdu…” en sık söylenen pişmanlıktır. “Zaman her şeyi siler!” geleceğe dair beslenilen en yoğun umuttur. Yani zamanda yolculuk, ait olmadığımız bir zamanda bulunmak aklımızın bir köşesinde hep vardır. Bu noktada carpe diem vs. zamanda yolculuk karşılaştırmasını yapmak hiç de yanlış olmaz. Bence ikisi de tamamen teorik, pratik değiller. Birinin teorisini sosyoloji/psikoloji/felsefe açıklarken, diğerinin teorisini fizik açıklıyor. Bütün bilimlerin bazen sadece teoride, yani kağıt üstünde kaldığı anlar vardır.

[…]

Zamanda yolculuk yapmak teorik olarak birkaç şekilde mümkün; kütle çekimi, aşırı hız, solucan delikleri ve akı kapasitörü =).



***İsteyen burayı atlasın***

Kütle çekimi doğanın en önemli etkileşimidir. Big bang ile birlikte oluşan galaksilerin, gezegenlerin ve hatta çevremizdeki her nesnenin varlığı kütle çekimine bağlıdır (ilahi gücü karıştırmıyorum olaya). Bir de hiçbir şeyin mükemmel olamayacak olmasına. Kütle çekiminin fazla olduğu noktalarda zaman kütle çekiminin az olduğu bir noktaya göre daha yavaş ilerler. Bunun en basit örneği uyduların her gün zaman düzetmesi yapıyor olmasıdır. Dünyadan uzak olan bir uydu dünya saatine göre geride kalır. Tabii ki bu saniyenin pratikte ölçemeyeceğimiz küsuratındadır. Bu geride kalmanın insan ömrüne etkisi olabilmesi için dünyanın binlerce kat daha ağır olması gerekmekte. Bunun neden teorik olduğu çok açık dolayısıyla. Ama galaksilerin süper kütleli bir karadeliğin yörüngesinde dolandığı teorisini düşününce, başka süper kütleli bir karadelik etrafında dolanan başka galaksilerin hangi zamanda olabileceği fikri hayallerin ötesindedir. İkincisi solucan delikleri olarak adlandırılan, birbirinden çok uzak iki nokta arasında yolculuğu çok kısa sürelerde yapmayı imanlı kılan ve kuantumsal boşluklardaki zaman çatlaklarının devasası kabul edilen bir çeşit stargate’lerdir. İki solucan deliği aynı noktaya açılır bu teoriye göre. Yani iki solucan deliği arasında sadece zaman vardır. Mesafe yoktur. Bu da açıklanamayan bir sürü paradoksu beraberinde getirmektedir. Bir diğeri de hız yüzünden zamanın bükülmesidir. Buradaki hızdan kasıt alt limit olarak 0,1c’dir. Işık hızının onda biridir yani. Şu an bu hızlara ancak parçacık hızlandırıcıları sayesinde proton ve bu boyuttaki büyüklükler için ulaşılmaktadır. Bakınız Cern. İnsanın içine sığabileceği bir roketin bu alt limit hızına ulaştırılmasının henüz çok uzağındayız. Bu da şimdilik sadece teorik o yüzden. Sonuncusu ise Dr. Emmet Brown’un tasarlayıp Delorean’a taktığı akı kapasitörü. Bunun hakkında henüz ben de bir şey bilmiyorum. Neden olmasın değil mi Marty Mcfly?

***Burada biter bu***



Zamanda yolculuk zamanla çözülecekmiş gibi durmuyor pek. Genetik bilimciler insan ömrünü uzatırsa ve teknolojinin de gelişimiyle belki biraz yaklaşabiliriz. Bu sırada zaman olabildiğince akacak ve biz kibrit kutusuna konmuş karıncadan farklı olmaksızın 3 boyuta sıkışmış olarak yaşamaya devam edeceğiz. Zaman boyutu, sadece tesellilerde ve pişmanlıklarda olacak. O da işimize gelirse.

Not 1: Geleceğe dönüş filmlerini hala izlememiş olan varsa kendisine orta çağda yaşamayı öneriyorum.
Not 2: Bloglarımız daha interaktif olsun. Biri de çıkıp mesela carpe diem üzerine yazı yazıp olayı zaman yolculuğuna bağlasın.
Not 3: Stephen Hawking, bildiğiniz üzere bilgisayar aracılığıyla konuşuyor. Bilim adamının konuşmaya ihtiyacı yoktur.
Not 4: Zamanda yolculuk yapılan filmlerden birkaç tanesini yazıyorum. Belki izlemek isterseniz siz de. Beğeni sırasına göre yazıyorum: geleceğe dönüş 2-1-3 – maymunlar cehennemi 1 – frequency – kelebek etkisi 1 – the time machine – deja vu – timeline – groundhog day.

6.10.10

Gittim, Gördüm, Geldim


Önsöz

İnsanların hobileri vardır. Bunlar üzerine hayalleri vardır. Hayaller ayağının dibine geldiğinde yapılan planlar vardır. Planlar gerçekleşirken aksilik çıktığında, paraşütü açılmayan bir paraşütçünün dramını aratmayacak hayal kırıklıkları vardır. Yapıldığında ise hayata dair ufak mutluluk kırıntıları vardır. İşte, bayramdan yaklaşık bir hafta sonra, şimdi anlıyorum ki yazdan kalma son günlerin birinde(“Evvel zaman içinde” demek isterdim ama zamandan evvelinin olmadığını ve zaman-mekanın aynı anda, birlikte yürüdüğünü öğrenmiştim. Burada size genel göreliliği anlatmayacağım merak etmeyin; sadece masalımsı bir tarih olamayacak kadar pesimisttir zaman, onu demek istedim.), ben de hobi - hayal - plan - ufak mutluluk zincirini eksiksiz tamamladım.

Bölüm 1 - Gidiş

Beypazarı’nın bir köyü olan Karaşar’a araba olmadan gitmenin(çadırın dibine arabayı dayadıktan sonra kamp yapmanın ne kadar mantıksız olduğunu hayal edebilirsiniz) tek yolu cuma ve pazartesi günleri Karaşarlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin önünden kalkan servisler. Dernek Cebeci dolaylarında olup, burayla ilgilen kişi yaşlıca bir amcadır. Bilgi edinmek için ilk gittiğimizde “Biz Eğriova’ya gitmek istiyoruz da, hakkında birkaç soru sorabilir miyiz?” dediğimizde, bizi “ne soracaksınız?” diyerek mat etmişliği de var. İnsan, soruları cevap durumuna düştüğünde hiçbir bilgi edinemiyormuş, öğrenmiş olduk. Neyse, Beypazarı’nda 1 saat mola verdikten sonra 30 kilometre daha devam edip Karaşar köyüne ulaştık. Ufacık 3 bakkalın olduğu, pazar meydanı denilen yerin evlerinizden daha geniş olmadığı, kedilerin köpekleri kovaladığı ufak ve garip bir köy. Neyse ki köyde işimiz yoktu. İlk aşama olarak köyden 7 kilometre uzakta olan Çukurören yaylasına ve göletine “benzin parasına götürürüm” diyen abinin vasıtasıyla ulaştık. Aslında planımız direkt Eğiova’ya gitmekti ama haftasonu için bize katılacak 2 kişi için böyle oldu.

Bölüm 2 – Haftasonu Çukurören’deyiz

Yayla evlerinin olduğu, yazdan kalan son yayla insanlarının günlerini geçirdiği, çadır kurulacak düzlük bulanamayacak kadar sık ağaçlık bir yer. “Ayı su içmek için gölete gelir, dikkat edin” ve “insan olan yere ayı gelir mi hiç!?” diyen iki ayrı grup insan vardı. İkincisine inanmayı kim istemez ki?! Dediğim iki kişinin de katılmasıyla iyice coşku kazanan eğlencemiz balık tutmak üzerine kuruldu. “Eskiden çok balık vardı, artık pek çıkmıyor” denilen bir gölet olmasa gerek. Bura için de bu söz konusuydu. Ama azmeden balıkçı aç kalmazmış. Yani bizim balık yiyeceğimiz de yok da, gelen iki kişi giderken eve götürsün diye uğraştık. Kamp yapmak hobi ise, balık tutmak alt küme hobisi mi oluyor bu durumda? Neyse, küme teoremine girmeyelim, evrensel kümenin sürekli büyüdüğüne inanalım. Günün büyük bir bölümü uğraştıktan sonra, tuttuğumuz tek balığın biz uyurken oltaya yakalanması ise hayatın bir oyunu olmalı! Yok, hayatın daha büyük oyunları var, kandırdım “hihihi”(Sheldon gülüşü). Kampta sabahın altısında olta toplamak için kalkmaktan daha kötü ne olabilir ki? Varmış, sonra öğrendim. Akşama doğru iki misafirimizi yolcu ettikten sonra, günün geri kalanını ertesi günkü Eğriova’ya gitme planlarımızı gözden geçirmekle ve tıkınmakla geçirdik.

Bölüm 3 – Eğriova’ya Yolculuk

Güya erken kalkıp, çadırımızı ve eşyalarımızı toplayıp güneş ışınları bizi kızartmadan önce yol alacaktık! Dört duvar arasında uyumayınca insanın uyudukça uyuyası geliyor. Açık hava sadece iştahı açmakla kalmıyor, uykuyu da açıyor. Yola çıktığımızda saat 10’u biraz geçmişti. Çukurören – Eğriova arası yaklaşık 10 kilometre ve evet biz o yolu yürümeyi göze almıştık. Sonuçta millet bavulla para veriyor trekking yapacağım diye, biz beleş bulmuşken yapalım dedik. Çamların arasından kıvrılarak uzanan bir yolda yürümek başlı başına hobi olsa gerek. Ama hesaplamadığımız bir şey vardı, yol boyunca suyun olmaması! Normalde her yerden şarıl şarıl su akması gerekirken, akar sularda yazdan kalma bir yorgunluk söz konusuydu. Akmıyorlardı. Yolu yarılamışken imdadımıza bir kamyon yetişti. Yolun geri kalan yarısını askerden yeni geldiğini iddia eden ve başta kısa dönemlerden nasıl nefret ettiği olmak üzere askerlik anılarını anlatan gençten birinin kamyonuyla kat ettik. İnince keşke yürüseymişiz demedik değil. İşin trajik tarafı, biz kamyona bindikten birkaç metre sonra suyun olmasıydı. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişiz aslında.

Bölüm 4 – Eğriova

Toprak kayması sonucu cennetin bir parçası dünyaya düşmüş olsaydı burası kesinlikle Eğriova olurdu. Göz alabildiğine uzanan, mavinin en güzel tonlarından yaratılmış, kıyısına taşıdığı çiçeklerle büyüleyen bir gölet. 20 metreden uzun çamları ile oksijenden bir yayla. Milli park kapsamına alınmış bir yer zaten. Bu doğal güzelliği bozan tek şey ise doğal yaşam ortamı bu olmayan insanların bıraktığı çöplerdi. Bu kadar güzel bir yer, böyle insanların doğal yaşam alanı olmamalı zaten. Göletin karşısında olan göl evinde oturmaktan başka bir iş yapmayan ormancılar da bir adet bile çöp bidonu koymayarak buna çanak tutuyorlar zaten. Çöp bidonu koyduktan sonra onları bir de toplamak filan lazım, kim uğraşsın değil mi?.. Neyse, ormancı mevzuu şikayet edilecek boyutta orada, buraya taşımayalım. Biz de orada kamp yapma şansını yakaladık işte geri kalan günlerimizde. Bizi bekleyen sürpriz ise göz alabildiğine uzanan göletin bittiği yerde at çiftliğinin olmasıydı. Yayla o kadar büyük ki devamında bir adet çiftliği barındırıyor. Böyle bir çiftliği görmek gerçekten çok değişik bir deneyimdi. Hipodromda koşan ya da mahallenin sütçü amcasının yükünü çektirdiği atlar haricinde hemen hemen doğal ortamında olan atları görmek ve fotoğraflamak hiçbir zaman planlarınız arasında yoktur sonuçta. Kampın en enteresan olayı ise son gece oldu. Daha önce ayı hakkındaki görüşleri için ikiye ayırdığım insanlardan ilki haklı çıktı. Sabaha doğru bir insanın suya atlamasından çıkan sesten daha fazlaca bir desibel’deki “slash!” sesiyle uyandım. Ayılar gölete sadece su içmek için gelmiyor, hazır gelmişken balık da tutayım derdine düşüyorlarmış. Devamında ise çadırdan en fazla birkaç metre uzakta birkaç kez böğürdü. İşin ilginç tarafı ormanda çıt ses olmamasına rağmen ayının bir tek adım sesini bile duymadık. Bazı hayvanlar cidden çok sessiz yürüyor. Çadırın içinde ses etmeden geçen yaklaşık 10 dakika bir yıla filan bedeldi. Ayı bu, ne yapacağı belli. İnsanlar gibi değil. Bir ara fotoğraf çekmek için yeltensek de ayının gözüne flaş patlatmak pek iyi bir fikir gelmedi o an. İnsanların hayatında, ne kadar o anı fotoğraf ile ölümsüzleştirmek istese de bunu yap(a)madığı anlar vardır. İşte alın size bir örnek, sağlamasını bile yaptım.

Bölüm 5 – Dönüş Yolu

En büyük sürprizlerden biri de dönüş yolundaydı. Bu sefer günlerin getirdiği yorgunluktan da olsa gerek yürümeye hiç yeltenmedik. Direkt bizi Karaşar’a götürecek bir araba için bekledik. Bindiğimiz araba sırtında rahat bir 20 ton kereste taşıyan bir tırdı. Ama bildiğiniz tırlardan değildi. Gençten bir şoför kullanıyordu. Tırına ayakkabıyla kimseyi bindirmiyormuş, güya, tırın için toz oluyormuş. Kendi de ayağında çorapla tır sürüyor zaten. Sırtında 20 ton olan tır diyorum bakın! Tırın içinde ıslak mendilinden araba parfümüne kadar her şey mevcuttu. Yolun ortasında taktığı, araba çakmağından çalışan mp3 çalarından yayılan ilk müzik ise Evanescence ve my immortal olduğunda biz artık pes ettik garipsemekten. Devamında Göksel’den Beyonce’a kadar bir sürü güzel müzik çaldı. Neyse, Yaklaşık 17 kilometreyi 1 saatte gittik. Yürümekten iyi miydi emin değilim ama. Her virajdan sonra tır şoförlerine olan saygım arttı. Onların yaptığı araba kullanmaksa, bizimki ne?! Karaşar’dan ise bizi arkadaşın ailesi arabayla aldı. Geri dönüş yolu gayet hızlı ve huzurluydu.

Sonuç

Biraz korktuğumuz, biraz garip şeylere tanık olduğumuz ama  fazlasıyla eğlendiğimiz bir kamp oldu. A Takımı’ndan bir replik ile bitireceğim bu yazıyı. “Planların yolunda gitmesine bayılıyorum…” =)

Birkaç fotoğraf da ekliyorum. Bu adam neyden bahsetmiş demeyin sonra. 


Çukurören

Eğriova

Atlar filan.

Hüseyin.


3.10.10

Geleneksel Hayat Tespitleri - #5 Haklı Olmanın Mutsuzluğu



"Genellikle, haklı olmayı seçiyoruz.
Haklı olmak adına küsüyoruz, mesafeler koyuyoruz, kırıyoruz, kırılıyoruz.
Yaşadığımız olaylarla sürekli savaşıyoruz.
Çünkü bizi yetiştirenler 'hayatla mücadele edeceksin' diyorlar.
Mutluluğu seçen insan için sadece barış vardır." 

-Öznür Özdoğan("Mutluluğu Seçiyorum" kitabından alıntı)

Bir seçim olarak mutluluk. Bunun üzerine de bir şeyler yazılır. Evet, bunu da erteliyorum, bu aralar çoğu şeye yaptığım gibi.

1.10.10

Doğum Günü Pastası - Mektup

29 Eylül günü çok sevdiğim birinin, Satı'nın doğum günüydü. Kendisi daha önce benim doğum günümde çok özel bir mektup yazmıştı. Hala canım sıkıldıkça okuyorum, öyle güzel bir mektuptu. O mektubun bir kısmını paylaşmıştım. Bu sefer kendi yazdığım mektubun bir parçasını, Satı'nın da onayını alarak yine paylaşmak istedim. Sağolsun ben yine kırmadı, kararı bana bıraktı.

...

Seninle yaklasik alti ay önce Twitter'da tanistikile başlıyor mektubunun ikinci cümlesi. Şimdi 8 aydan fazla oldu. Bana sorsalar arkadaşlığımızın üzerinden yıllar geçmiş derim. Çoğu şeyi olduğundan az gösteren şu tarihler yok mu!.. Bu 8 ayda günlerin toplamından çok daha fazlasını kat ettik. Kimi zaman güldük, kimi zaman birbirimizin dertlerini dinledik(tamam itiraf ediyorum, ben daha fazla dert paylaştım.), kimi zaman çatır çatır tartıştık, bazen de ortak bir hayal dünyasında yaşadık... Bunların hepsi toplanınca 8 aydan çok daha fazlası ediyor, inan.

Demiştin ki mesafeli davranmıştın diye. İtiraf ediyorum; uzunca bir süre öyle davrandım. Her insan gibi ben de önyargılara sahibim. Ama zaman geçtikçe ne kadar yanıldığımı anladım. İlk izlenimlere asla güvenmemek gerektiğini, aslında ne kadar güzel bir insan olduğunu anladım. O kaba ve acımasız gibi görünen kişiliğinin altında çok az insanda olabilecek şefkati ve sevgiyi gördüm. Ama en önemlisi de ben sende kendi eksiklerimi gördüm! Beni tamamlayan, kötü veya eksik yaptığım her şeyi bütünleyen bir kişiyi gördüm. Her insanın görmesi gereken bir insanı gördüm. Her insanın görmesi gereken ama çok az ve şanslı insanın sahip olabileceği bir arkadaşı gördüm.

Sorularıma yazdığın her cevapta –terslediklerinde bile- aslında bana anlamam gereken şeyleri gösterdiğini fark ettim. Bazı cevaplarına oturup dakikalarca düşünmüşlüğüm bile oldu. Ufkumu genişlettin, hatalarımı gösterdin. İşte bu yüzden kutladığım ilk doğum gününde, senin benim için yaptıklarını senin için yapabilecek biriyle karşılaşmanı dileyeceğim. Sana ufacık bile bir faydam olmadan benim için yaptıkların zaten nasıl bir insan olduğunun kanıtı. Çok çok güzel insanlarla karşılaşmayı fazlasıyla hak ediyorsun. Tek başına mutlu olmayı çok iyi başarıyorsun zaten ama benim dileğim bu mutluluğunu çoğunluk içinde sürdürebilmen. Biliyoruz ki, insanlar üzer. Ne zaman kalabalık ile de mutlu oluruz, kendimiz için o zaman bir şey başarmış oluruz. Bu benim düşüncem. İnsanın kendi kendine mutlu olması sadece bir yanılsama, biraz da yansıma.

“Bazen rakamlardan/sayilardan bunaldigini da söylesen, onlarsiz yapamayacagini düsünüyorum...” demiştin. E haliyle çok haklıydın ama eksik söylemiştin. Benim, bazen bunaltsalar da onlarsız yapamayacağım insanlar da var. Belki sayıları pek fazla değil ama sen kesinlikle bunun içindesin. O yüzden bu kutlama mektubunun son mektup olmayacağını biliyorum. Arkadaşlığımız uzunca sürecek, yıllarca doğum gününü kutlayacağım. Ahh bir de aradaki mesafe olmasaydı… Başlangıçta davranış şeklim olan “mesafeli” şu an kesinlikle yok belki ama kilometreler hala çok büyük engel. Ama ama bir gün buluşacağız biliyorum! Kahve içeceğiz, dertleşeceğiz, konuşacağız, dinleyeceğiz, hatta belki sallanırız bile =) Geçen gün de dediğim gibi “elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak…”

Yine aklıma geldi mesela. Yazdıkça anılar canlanıyor, yazdıkça yazasım geliyor. Yine çok moralsiz olduğum ve bir sürü soru işaretinin arasında boğulduğum bir zamanda beni dinlemek için (evet, ben istedim diye) msn’e gelmiştin. Ben yine bütün umutsuzluğumla ve her insanı çıldırtacak karamsarlığımla dertlerimi anlatıyordum. Demiştin ki “seni terk eden, seni üzen biri için niye üzülüyorsun?”. Bunun üstüne o zaman çok düşünmüştüm ve hayatımın geri kalanını etkileyecek kararları almıştım. Şimdi bakıyorum o günden bu güne de ne kadar haklı çıktın! Şu anda çok daha az mutsuz biriyim. Yine aynı gün sonunda seni de çıldırtmıştım(evet, çıldırtamayacağım insan olmasa gerek bu hayatta :/) ve sonunda “ne halin varsa gör” demiştin. O gün, o lafa dahi kızamamış, sana gücenmemiştim. Ne halim varsa görmeyi hak ediyordum o karamsar ve kararsız halimle. Ahh bir de dediğin gibi kendimle arkadaş olup daha mutlu olmayı başarabilsem… ahh… Mutsuzluktan hissizliğe çıkmak genellikle çok kolay ve dediğin gibi bu yoldaki ilk şart insanın kendisiyle iyi anlaşıp arkadaş olması; ama hissizlikten mutlu olmaya doğru yol almak için bir sürü dış etkenin de bir araya gelmesi gerekiyor sanırım. Bir gün bunu da çözeceğim, umarım çok geç olmaz… Belki bunu da sen anlatırsın bana, belli mi olur?!

... 

İyi ki varsın Satı.

12.9.10

Gönüllerin Şampiyonu

Dünya şampiyonası başlamadan önce yazmayı düşünmüştüm bu yazıyı ama kısmet bugüneymiş. 

Basketbol tarihimizin en önemli başarısının üzerinden henüz saatler geçti. Bundan önceki en büyük başarımız, yine kendi evimizde düzenlediğimiz 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonasında oynadığımız finaldi. Finalde o zamanki adıyla Yugoslavya'ya kaybedip ikinci olmuştuk. O takımın başında Aydın Örs vardı. İbrahim Kutluay, Harun Erdenay gibi hücum silahlarımız ile atarak kazanan bir takımdık. Savunmadaki en büyük kozumuz meşhur Aydın Örs alan savunmasıydı. Bugünkü takımın kaptanlığını yapan Hidayet ve Kerem Tunçeri, o takımın genç yetenekleriydi. İyi oynamayarak ve herkes tarafından kabul edilen, hakem sayesinde kazanılmış İspanya maçı sayesinde finale kadar gitmiş ve gümüş madalya kazanmıştık. Aydın Örs'ün ardından takımın başına Tanjevic geçti. Bugün 4,5 saniye kala boş turnikeyle maçı kazandıran Kerem Tunçeri'yi uzunca bir süre milli takıma almadı. Kerem'in Real Madrid'e transferine kadar olan kısımda Kerem'siz milli takımımız hep oyun kurucusuz oynadı. Atarak kazanmaya çalışırken, olmayacak farklarla olmayacak takımlara yenildik. Mehmet Okur ve Hidayet'in ego savaşı yüzünden, hep yüksek potansiyelli bir takım olarak gösterilmemize rağmen, kendimizi 5-8 maçlarını oynarken bulduk. Taa ki uzak doğuda düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonasına kadar. O takımda ne Hidayet vardı ne de Mehmet. Harun Erdenay da basketbolu bırakmıştı. Artık atarak kazanamayacağımız çok açık olduğundan, savunarak kazanmayı denedik. Çok başarılı maçlar da oynadık. O turnuvanın bize kazandırdığı şey ise savunma yapma alışkanlığı oldu. 80 sayı barajı bizim takımın hücum potansiyelinin limiti olduğundan, savunmayı öğrendik. Yine Türkiye'de düzenlenen Avrupa Ümitler Basketbol şampiyonasında Ömer Aşık, Semih Erden, Ersan İlyasova, Oğuz Savaş ve Cenk Akyol'dan oluşan ümit takımımız finalde o zamanki adıyla Sırbistan-Karadağ ümit takımına yenilmiş ve ikinci olmuştu. Sırplar kendi evimizdeki bir başka turnuvada da finalde bize çelme takmışlardı. O takımın yıldızı Cenk Akyol'du mesela. Şimdi o takımın oyuncuları uzun rotasyonumuzu oluşturuyor ve karşımızda yine Sırbistan vardı. Hidayet ve Kerem'in, Ersan ve Semih'in farklı jenerasyonlarda da olsa alacakları ortak bir intikam vardı. Maç kazandıran sayıları ile Kerem ve son savunmadaki bloğuyla da Semih olabilecek en güzel rövanş senaryosunu yazdı.

Yarın tarihi bir maça çıkacağız. Amerika Birleşik Devletleri, B takımıyla katıldığı turnuvada Brezilya maçı haricinde hiç sıkıntı yaşamadan finale kadar geldi. Turnuvanın mvp'si Kevin Durant'ın payı çok büyün bunda. Rose, Billups, İguodala, Durant ve Odom beşiyle maça başlayıp, bu beşle maçla bitiriyorlar genellikle. En büyük eksiklikleri Pick'n'roll savunmasını yapmak. Bu yüzden Teodosic önderliğindeki Sırbistan takımının, finale çıksaydı Abd takımını yeneceğini düşünüyordum. İyi ki biz çıktık tabii. Etkili alan savunmamız ile başta Durant olmak üzere Abd takımını yavaşlatabileceğimizi düşünüyorum. Durant yine 30'lu sayıları bulacaktır ama Durant'ın kaç sayı attığındansa diğer oyunculardan ne kadar yiyeceğimiz önemli olacaktır burada. Basit top kayıpları yapmazsak maçın sonuna kadar en azından havlu atmadan mücadele edebileceğimizi düşünüyorum. Kazanmak mı? 1 ve 4 numara ile oynayacağımız pick'n'roll oyunuyla Durant'ı faul problemini sokarsak bir şansımız olabilir. Bir de yüksek yüzdeyle üçlük atmalıyız. Basit top kaybetmeyelim ve yüzdeli üçlük atalım. Kazanmamız için tek yol bu. Onlarla sayı yarışına, hele ki atletizm yarışına girersek daha ikinci periyotun ortalarında maç kopacaktır. Bu hiç istemeyeceğimiz bir şey.

Yarın kazanırız ya da kaybederiz, fark etmez, bu takım teşekkürü fazlasıyla daha şimdiden hak etti. Sonsuz kere teşekkürler 12 dev adam.
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.