28.10.10

Bir Kızılderili Der ki

Ahmet'in kapitalizmin robot ordusuna karşı başlattığı kavgayı okuyunca [burada] bir kızılderilinin ağzından söylenmiş, çok sevdiğim ve bilindik bir yazıyı hatırladım. O zaman kızılderililerin topraklarını para ile almayı düşünen büyük beyaz reis, şu anda tüm robot askerlerini dünyaya salmış durumda. O zaman parayla alamadığı yerleri de savaşarak aldığını biliyoruz. Fark var mı?

"bir kızılderiliyim ve anlamıyorum...

Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? bunu anlamak bizler için çok güç! bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! beyazlar için durum böyle değildir. bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. çünkü kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

washington'daki büyük beyaz reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. büyük beyaz reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. bu önerinizi düşüneceğiz! ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz kızılderililer. bu kentlerde "huzur" ve "barış" yoktur! beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! insan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? bir kızılderiliyim ve anlamıyorum!

biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. hava önemlidir bizler için. ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. beyaz adam için bunun da önemi yoktur! ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. hem nasıl kutsal olmasın ki hava? atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo'dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! biz sadece yaşayabilmek için avladık buffaloları! bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

şu gerçeği iyi biliyoruz: toprak insana değil, insan toprağa aittir! ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! bildiğimiz bir gerçek daha var: sizin tanrı'nız bizimkinden başka bir tanrı değil! aynı tanrı'nın yaratıklarıyız. beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. siz tanrı'nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! ama tanrı, hepimizi yaratan tanrı için kızılderili ve beyazın farkı yoktur. ve kızılderililer gibi tanrı da toprağa değer verir. bu toprağa saygısızlık, tanrı'nın kendisine saygısızlıktır. beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren tanrı'nın kaderini anlayamıyoruz! tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi. bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! işte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak...
"

Tüm bunlara rağmen ben de kapitalizmin simgesi haline gelmiş olan coco cola'nın ve mc donald's  ın dahi hastasıyım. Sonumuz benzemesin, ne diyeyim.

27.10.10

Cevapsızlık



Bazen hiçbir sebep yokken kendimi dört duvar arasına sıkışmış gibi hissediyorum. O anda nerede olduğum,ne yaptığım ya da kiminle konuştuğum hiç önemli değil. İnsanlığı sorguluyorum, dünyayı sorguluyorum, hatta evreni sorguluyorum. Var olmayı sorguluyorum. Niye sorusuna cevap arıyorum, arıyorum ama bulamıyorum.

Sonra bir şarkı açıyorum bana geçmişi hatırlatıyor. Şimdi sırası değil diyorum kapatıyorum. “Kadınlar şarkı gibidir, sözlerini unutsanız bile melodisi aklınızda kalır” sözünü hatırlıyorum ve gülüyorum. Aslında gülmüyorum da… Sonra düşünüyorum, dört duvar arasında olmak ne kadar yanlış yorumlanmıştır ve kullanılmaktadır. Her odanın altı yüzü vardır halbuki. Ben altı duvar arasında kalıyorum.

Tüm karamsarlığım üzerime çöküyor. Optimistliğin aksine karamsarlığın bir limiti yok. Sonuçta iyi maaş alıyorum diyen biri, aslında ne kadar para alamadığını hiç düşünmez. Aldığı para kadar optimisttir. Kazanamadığı kadar, ki bu epeyce çok ediyor, pesimist olma lüksü vardır. İnsan pesimist olmaya görsün, düştüğü yerin dibi bile olmuyor.

Sonra dip deyince aklıma Tyler Durden geliyor. “Sen işin değilsin; kazandığın para değilsin; cüzdanındaki para değilsin; sürdüğün araba değilsin; giydiğin kıyafet değilsin; sen dünyanın boktanlığında şarkı söyleyip dans eden birisin”. Ben bunların hiçbiri değilim. Bazen herkesin bir Tyler Durden’ı ihtiyacı oluyor. Ben gerçekten neyi istiyorum? Ben aslında kimim? Bu soruların cevabını gösterecek bir arkadaşa herkesin ihtiyacı oluyor.

Şu anı yaşa sözüne de bitiyorum. E ben şu anda anı yaşıyorum ama o an benim ağzıma sıçıyor, şimdi ne olacak? Hakikaten, yaşamak nasıl bir şeydi?

Dedim ya insanları, hayatı sorguluyorum diye. İşte ben dünyanın en iyi insanı olsam dahi babamı bir gün fazladan göremeyeceğim. Protonu 0.9c hızla gitmesi babamı bir gün daha fazladan görmemi sağlamayacak. Lanet olsun böyle bilime. 6 yıl tıp okuyup, bir sürü ameliyata girip, binlerce serum taksan bile babamı bana bir gün daha fazladan gösteremeyeceksin. Lanet olsun böyle tıpa. Bu kader ya da alın yazısı denilen şey çok boktan bir şey. Köşeye sıkışmış kediyi ezerek öldüren insanlar, 12 yaşındaki kıza toplu tecavüz eden kişiler yaşamaya devam ederken ben babamı bir gün daha fazla göremeyeceğim. Varoluş çok adaletsiz.

Soru şu:

İpler haricinde bir kukladan neyimiz eksik?

Cevapları bulamıyorum…

21.10.10

Salinui chueok (Memories of Murder)

Normalde filmleri köşesine yazarım ama bu film daha geniş yer almayı hak ediyor.

Kore yapımı, dram ve komedi öğeleri içeren seri katil filmi. Seri şekilde işlenen cinayetleri çözmeye çalışan üç farklı karakterdeki polis memuru başrolde. Dört yıllık eğitimden geçip gelen ve olayları kağıt üzerinde çözmeye çalışan bir polis, "ben suçluyu gözünden anlarım" diyen bir polis ve olayları uçan tekmeyle çözmeyi uman bir polis. Film, her olayın her karakterler üzerindeki etkisini an ve an çok iyi yansıtıyor. Soğukkanlı ve eğitimli olan polis, filmin sonunda silahı çeken oluyor mesela. Daha fazla içerik bilgisi vermeyeceğim. Artık alır mısınız, yoksa bir yerlerden edinir misiniz bilmiyorum ama mutlaka izleyin bu filmi. Haaa unutmadan, katili bulmak size düşüyor. Kolay gelsin ve iyi seyirler.

imdb











18.10.10

Filmlerin Az Bilinen Yüzleri - Afişler

13.10.10

Zamanda Yolculuk da Olur Zamanla

Stephen Hawking’i duymayan yoktur. Kendisinin tarifiyle fizikçi, uzay bilimci ve bir çeşit hayalperest. Daha önce kendisiyle ilgili bir yazı daha yazmıştım; o yazımda fiziğin sürekli gelişmesinden ötürü fikirlerin nasıl siyahtan beyaza dönüşebileceğini anlatmıştım. Bu sefer İnto the universe with Stephen Hawking adıyla 3 adet bölümden oluşan belgeselin ikinci bölümü olan time travelling bölümünden bahsetmek istedim. Sonuçta alakasız insanların şu sıralar dikkatini çeken ve fizik bilimine teğet geçtikleri tek konu başlığı bu. Dizinin tamamı 160 dakika filan ediyor ve olayın matematiğine hiç girmeden, gerektiğinde gündelik yaşamdan basit örneklerle açıklanarak anlatılıyor. İzleyin derim ben.

[…]

Zaman yolculuğu yapabilmek herkesin hayalidir. Filmlerde sıklıkla işlenen bir konudur. “Zamanda yolculuk yapsaydın hangi tarihe gitmek isterdin?” en sık sorulan sorulardan biridir. “Şimdiki aklım olsaydı çok değişik olurdu…” en sık söylenen pişmanlıktır. “Zaman her şeyi siler!” geleceğe dair beslenilen en yoğun umuttur. Yani zamanda yolculuk, ait olmadığımız bir zamanda bulunmak aklımızın bir köşesinde hep vardır. Bu noktada carpe diem vs. zamanda yolculuk karşılaştırmasını yapmak hiç de yanlış olmaz. Bence ikisi de tamamen teorik, pratik değiller. Birinin teorisini sosyoloji/psikoloji/felsefe açıklarken, diğerinin teorisini fizik açıklıyor. Bütün bilimlerin bazen sadece teoride, yani kağıt üstünde kaldığı anlar vardır.

[…]

Zamanda yolculuk yapmak teorik olarak birkaç şekilde mümkün; kütle çekimi, aşırı hız, solucan delikleri ve akı kapasitörü =).



***İsteyen burayı atlasın***

Kütle çekimi doğanın en önemli etkileşimidir. Big bang ile birlikte oluşan galaksilerin, gezegenlerin ve hatta çevremizdeki her nesnenin varlığı kütle çekimine bağlıdır (ilahi gücü karıştırmıyorum olaya). Bir de hiçbir şeyin mükemmel olamayacak olmasına. Kütle çekiminin fazla olduğu noktalarda zaman kütle çekiminin az olduğu bir noktaya göre daha yavaş ilerler. Bunun en basit örneği uyduların her gün zaman düzetmesi yapıyor olmasıdır. Dünyadan uzak olan bir uydu dünya saatine göre geride kalır. Tabii ki bu saniyenin pratikte ölçemeyeceğimiz küsuratındadır. Bu geride kalmanın insan ömrüne etkisi olabilmesi için dünyanın binlerce kat daha ağır olması gerekmekte. Bunun neden teorik olduğu çok açık dolayısıyla. Ama galaksilerin süper kütleli bir karadeliğin yörüngesinde dolandığı teorisini düşününce, başka süper kütleli bir karadelik etrafında dolanan başka galaksilerin hangi zamanda olabileceği fikri hayallerin ötesindedir. İkincisi solucan delikleri olarak adlandırılan, birbirinden çok uzak iki nokta arasında yolculuğu çok kısa sürelerde yapmayı imanlı kılan ve kuantumsal boşluklardaki zaman çatlaklarının devasası kabul edilen bir çeşit stargate’lerdir. İki solucan deliği aynı noktaya açılır bu teoriye göre. Yani iki solucan deliği arasında sadece zaman vardır. Mesafe yoktur. Bu da açıklanamayan bir sürü paradoksu beraberinde getirmektedir. Bir diğeri de hız yüzünden zamanın bükülmesidir. Buradaki hızdan kasıt alt limit olarak 0,1c’dir. Işık hızının onda biridir yani. Şu an bu hızlara ancak parçacık hızlandırıcıları sayesinde proton ve bu boyuttaki büyüklükler için ulaşılmaktadır. Bakınız Cern. İnsanın içine sığabileceği bir roketin bu alt limit hızına ulaştırılmasının henüz çok uzağındayız. Bu da şimdilik sadece teorik o yüzden. Sonuncusu ise Dr. Emmet Brown’un tasarlayıp Delorean’a taktığı akı kapasitörü. Bunun hakkında henüz ben de bir şey bilmiyorum. Neden olmasın değil mi Marty Mcfly?

***Burada biter bu***



Zamanda yolculuk zamanla çözülecekmiş gibi durmuyor pek. Genetik bilimciler insan ömrünü uzatırsa ve teknolojinin de gelişimiyle belki biraz yaklaşabiliriz. Bu sırada zaman olabildiğince akacak ve biz kibrit kutusuna konmuş karıncadan farklı olmaksızın 3 boyuta sıkışmış olarak yaşamaya devam edeceğiz. Zaman boyutu, sadece tesellilerde ve pişmanlıklarda olacak. O da işimize gelirse.

Not 1: Geleceğe dönüş filmlerini hala izlememiş olan varsa kendisine orta çağda yaşamayı öneriyorum.
Not 2: Bloglarımız daha interaktif olsun. Biri de çıkıp mesela carpe diem üzerine yazı yazıp olayı zaman yolculuğuna bağlasın.
Not 3: Stephen Hawking, bildiğiniz üzere bilgisayar aracılığıyla konuşuyor. Bilim adamının konuşmaya ihtiyacı yoktur.
Not 4: Zamanda yolculuk yapılan filmlerden birkaç tanesini yazıyorum. Belki izlemek isterseniz siz de. Beğeni sırasına göre yazıyorum: geleceğe dönüş 2-1-3 – maymunlar cehennemi 1 – frequency – kelebek etkisi 1 – the time machine – deja vu – timeline – groundhog day.

6.10.10

Gittim, Gördüm, Geldim


Önsöz

İnsanların hobileri vardır. Bunlar üzerine hayalleri vardır. Hayaller ayağının dibine geldiğinde yapılan planlar vardır. Planlar gerçekleşirken aksilik çıktığında, paraşütü açılmayan bir paraşütçünün dramını aratmayacak hayal kırıklıkları vardır. Yapıldığında ise hayata dair ufak mutluluk kırıntıları vardır. İşte, bayramdan yaklaşık bir hafta sonra, şimdi anlıyorum ki yazdan kalma son günlerin birinde(“Evvel zaman içinde” demek isterdim ama zamandan evvelinin olmadığını ve zaman-mekanın aynı anda, birlikte yürüdüğünü öğrenmiştim. Burada size genel göreliliği anlatmayacağım merak etmeyin; sadece masalımsı bir tarih olamayacak kadar pesimisttir zaman, onu demek istedim.), ben de hobi - hayal - plan - ufak mutluluk zincirini eksiksiz tamamladım.

Bölüm 1 - Gidiş

Beypazarı’nın bir köyü olan Karaşar’a araba olmadan gitmenin(çadırın dibine arabayı dayadıktan sonra kamp yapmanın ne kadar mantıksız olduğunu hayal edebilirsiniz) tek yolu cuma ve pazartesi günleri Karaşarlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin önünden kalkan servisler. Dernek Cebeci dolaylarında olup, burayla ilgilen kişi yaşlıca bir amcadır. Bilgi edinmek için ilk gittiğimizde “Biz Eğriova’ya gitmek istiyoruz da, hakkında birkaç soru sorabilir miyiz?” dediğimizde, bizi “ne soracaksınız?” diyerek mat etmişliği de var. İnsan, soruları cevap durumuna düştüğünde hiçbir bilgi edinemiyormuş, öğrenmiş olduk. Neyse, Beypazarı’nda 1 saat mola verdikten sonra 30 kilometre daha devam edip Karaşar köyüne ulaştık. Ufacık 3 bakkalın olduğu, pazar meydanı denilen yerin evlerinizden daha geniş olmadığı, kedilerin köpekleri kovaladığı ufak ve garip bir köy. Neyse ki köyde işimiz yoktu. İlk aşama olarak köyden 7 kilometre uzakta olan Çukurören yaylasına ve göletine “benzin parasına götürürüm” diyen abinin vasıtasıyla ulaştık. Aslında planımız direkt Eğiova’ya gitmekti ama haftasonu için bize katılacak 2 kişi için böyle oldu.

Bölüm 2 – Haftasonu Çukurören’deyiz

Yayla evlerinin olduğu, yazdan kalan son yayla insanlarının günlerini geçirdiği, çadır kurulacak düzlük bulanamayacak kadar sık ağaçlık bir yer. “Ayı su içmek için gölete gelir, dikkat edin” ve “insan olan yere ayı gelir mi hiç!?” diyen iki ayrı grup insan vardı. İkincisine inanmayı kim istemez ki?! Dediğim iki kişinin de katılmasıyla iyice coşku kazanan eğlencemiz balık tutmak üzerine kuruldu. “Eskiden çok balık vardı, artık pek çıkmıyor” denilen bir gölet olmasa gerek. Bura için de bu söz konusuydu. Ama azmeden balıkçı aç kalmazmış. Yani bizim balık yiyeceğimiz de yok da, gelen iki kişi giderken eve götürsün diye uğraştık. Kamp yapmak hobi ise, balık tutmak alt küme hobisi mi oluyor bu durumda? Neyse, küme teoremine girmeyelim, evrensel kümenin sürekli büyüdüğüne inanalım. Günün büyük bir bölümü uğraştıktan sonra, tuttuğumuz tek balığın biz uyurken oltaya yakalanması ise hayatın bir oyunu olmalı! Yok, hayatın daha büyük oyunları var, kandırdım “hihihi”(Sheldon gülüşü). Kampta sabahın altısında olta toplamak için kalkmaktan daha kötü ne olabilir ki? Varmış, sonra öğrendim. Akşama doğru iki misafirimizi yolcu ettikten sonra, günün geri kalanını ertesi günkü Eğriova’ya gitme planlarımızı gözden geçirmekle ve tıkınmakla geçirdik.

Bölüm 3 – Eğriova’ya Yolculuk

Güya erken kalkıp, çadırımızı ve eşyalarımızı toplayıp güneş ışınları bizi kızartmadan önce yol alacaktık! Dört duvar arasında uyumayınca insanın uyudukça uyuyası geliyor. Açık hava sadece iştahı açmakla kalmıyor, uykuyu da açıyor. Yola çıktığımızda saat 10’u biraz geçmişti. Çukurören – Eğriova arası yaklaşık 10 kilometre ve evet biz o yolu yürümeyi göze almıştık. Sonuçta millet bavulla para veriyor trekking yapacağım diye, biz beleş bulmuşken yapalım dedik. Çamların arasından kıvrılarak uzanan bir yolda yürümek başlı başına hobi olsa gerek. Ama hesaplamadığımız bir şey vardı, yol boyunca suyun olmaması! Normalde her yerden şarıl şarıl su akması gerekirken, akar sularda yazdan kalma bir yorgunluk söz konusuydu. Akmıyorlardı. Yolu yarılamışken imdadımıza bir kamyon yetişti. Yolun geri kalan yarısını askerden yeni geldiğini iddia eden ve başta kısa dönemlerden nasıl nefret ettiği olmak üzere askerlik anılarını anlatan gençten birinin kamyonuyla kat ettik. İnince keşke yürüseymişiz demedik değil. İşin trajik tarafı, biz kamyona bindikten birkaç metre sonra suyun olmasıydı. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişiz aslında.

Bölüm 4 – Eğriova

Toprak kayması sonucu cennetin bir parçası dünyaya düşmüş olsaydı burası kesinlikle Eğriova olurdu. Göz alabildiğine uzanan, mavinin en güzel tonlarından yaratılmış, kıyısına taşıdığı çiçeklerle büyüleyen bir gölet. 20 metreden uzun çamları ile oksijenden bir yayla. Milli park kapsamına alınmış bir yer zaten. Bu doğal güzelliği bozan tek şey ise doğal yaşam ortamı bu olmayan insanların bıraktığı çöplerdi. Bu kadar güzel bir yer, böyle insanların doğal yaşam alanı olmamalı zaten. Göletin karşısında olan göl evinde oturmaktan başka bir iş yapmayan ormancılar da bir adet bile çöp bidonu koymayarak buna çanak tutuyorlar zaten. Çöp bidonu koyduktan sonra onları bir de toplamak filan lazım, kim uğraşsın değil mi?.. Neyse, ormancı mevzuu şikayet edilecek boyutta orada, buraya taşımayalım. Biz de orada kamp yapma şansını yakaladık işte geri kalan günlerimizde. Bizi bekleyen sürpriz ise göz alabildiğine uzanan göletin bittiği yerde at çiftliğinin olmasıydı. Yayla o kadar büyük ki devamında bir adet çiftliği barındırıyor. Böyle bir çiftliği görmek gerçekten çok değişik bir deneyimdi. Hipodromda koşan ya da mahallenin sütçü amcasının yükünü çektirdiği atlar haricinde hemen hemen doğal ortamında olan atları görmek ve fotoğraflamak hiçbir zaman planlarınız arasında yoktur sonuçta. Kampın en enteresan olayı ise son gece oldu. Daha önce ayı hakkındaki görüşleri için ikiye ayırdığım insanlardan ilki haklı çıktı. Sabaha doğru bir insanın suya atlamasından çıkan sesten daha fazlaca bir desibel’deki “slash!” sesiyle uyandım. Ayılar gölete sadece su içmek için gelmiyor, hazır gelmişken balık da tutayım derdine düşüyorlarmış. Devamında ise çadırdan en fazla birkaç metre uzakta birkaç kez böğürdü. İşin ilginç tarafı ormanda çıt ses olmamasına rağmen ayının bir tek adım sesini bile duymadık. Bazı hayvanlar cidden çok sessiz yürüyor. Çadırın içinde ses etmeden geçen yaklaşık 10 dakika bir yıla filan bedeldi. Ayı bu, ne yapacağı belli. İnsanlar gibi değil. Bir ara fotoğraf çekmek için yeltensek de ayının gözüne flaş patlatmak pek iyi bir fikir gelmedi o an. İnsanların hayatında, ne kadar o anı fotoğraf ile ölümsüzleştirmek istese de bunu yap(a)madığı anlar vardır. İşte alın size bir örnek, sağlamasını bile yaptım.

Bölüm 5 – Dönüş Yolu

En büyük sürprizlerden biri de dönüş yolundaydı. Bu sefer günlerin getirdiği yorgunluktan da olsa gerek yürümeye hiç yeltenmedik. Direkt bizi Karaşar’a götürecek bir araba için bekledik. Bindiğimiz araba sırtında rahat bir 20 ton kereste taşıyan bir tırdı. Ama bildiğiniz tırlardan değildi. Gençten bir şoför kullanıyordu. Tırına ayakkabıyla kimseyi bindirmiyormuş, güya, tırın için toz oluyormuş. Kendi de ayağında çorapla tır sürüyor zaten. Sırtında 20 ton olan tır diyorum bakın! Tırın içinde ıslak mendilinden araba parfümüne kadar her şey mevcuttu. Yolun ortasında taktığı, araba çakmağından çalışan mp3 çalarından yayılan ilk müzik ise Evanescence ve my immortal olduğunda biz artık pes ettik garipsemekten. Devamında Göksel’den Beyonce’a kadar bir sürü güzel müzik çaldı. Neyse, Yaklaşık 17 kilometreyi 1 saatte gittik. Yürümekten iyi miydi emin değilim ama. Her virajdan sonra tır şoförlerine olan saygım arttı. Onların yaptığı araba kullanmaksa, bizimki ne?! Karaşar’dan ise bizi arkadaşın ailesi arabayla aldı. Geri dönüş yolu gayet hızlı ve huzurluydu.

Sonuç

Biraz korktuğumuz, biraz garip şeylere tanık olduğumuz ama  fazlasıyla eğlendiğimiz bir kamp oldu. A Takımı’ndan bir replik ile bitireceğim bu yazıyı. “Planların yolunda gitmesine bayılıyorum…” =)

Birkaç fotoğraf da ekliyorum. Bu adam neyden bahsetmiş demeyin sonra. 


Çukurören

Eğriova

Atlar filan.

Hüseyin.


3.10.10

Geleneksel Hayat Tespitleri - #5 Haklı Olmanın Mutsuzluğu



"Genellikle, haklı olmayı seçiyoruz.
Haklı olmak adına küsüyoruz, mesafeler koyuyoruz, kırıyoruz, kırılıyoruz.
Yaşadığımız olaylarla sürekli savaşıyoruz.
Çünkü bizi yetiştirenler 'hayatla mücadele edeceksin' diyorlar.
Mutluluğu seçen insan için sadece barış vardır." 

-Öznür Özdoğan("Mutluluğu Seçiyorum" kitabından alıntı)

Bir seçim olarak mutluluk. Bunun üzerine de bir şeyler yazılır. Evet, bunu da erteliyorum, bu aralar çoğu şeye yaptığım gibi.

1.10.10

Doğum Günü Pastası - Mektup

29 Eylül günü çok sevdiğim birinin, Satı'nın doğum günüydü. Kendisi daha önce benim doğum günümde çok özel bir mektup yazmıştı. Hala canım sıkıldıkça okuyorum, öyle güzel bir mektuptu. O mektubun bir kısmını paylaşmıştım. Bu sefer kendi yazdığım mektubun bir parçasını, Satı'nın da onayını alarak yine paylaşmak istedim. Sağolsun ben yine kırmadı, kararı bana bıraktı.

...

Seninle yaklasik alti ay önce Twitter'da tanistikile başlıyor mektubunun ikinci cümlesi. Şimdi 8 aydan fazla oldu. Bana sorsalar arkadaşlığımızın üzerinden yıllar geçmiş derim. Çoğu şeyi olduğundan az gösteren şu tarihler yok mu!.. Bu 8 ayda günlerin toplamından çok daha fazlasını kat ettik. Kimi zaman güldük, kimi zaman birbirimizin dertlerini dinledik(tamam itiraf ediyorum, ben daha fazla dert paylaştım.), kimi zaman çatır çatır tartıştık, bazen de ortak bir hayal dünyasında yaşadık... Bunların hepsi toplanınca 8 aydan çok daha fazlası ediyor, inan.

Demiştin ki mesafeli davranmıştın diye. İtiraf ediyorum; uzunca bir süre öyle davrandım. Her insan gibi ben de önyargılara sahibim. Ama zaman geçtikçe ne kadar yanıldığımı anladım. İlk izlenimlere asla güvenmemek gerektiğini, aslında ne kadar güzel bir insan olduğunu anladım. O kaba ve acımasız gibi görünen kişiliğinin altında çok az insanda olabilecek şefkati ve sevgiyi gördüm. Ama en önemlisi de ben sende kendi eksiklerimi gördüm! Beni tamamlayan, kötü veya eksik yaptığım her şeyi bütünleyen bir kişiyi gördüm. Her insanın görmesi gereken bir insanı gördüm. Her insanın görmesi gereken ama çok az ve şanslı insanın sahip olabileceği bir arkadaşı gördüm.

Sorularıma yazdığın her cevapta –terslediklerinde bile- aslında bana anlamam gereken şeyleri gösterdiğini fark ettim. Bazı cevaplarına oturup dakikalarca düşünmüşlüğüm bile oldu. Ufkumu genişlettin, hatalarımı gösterdin. İşte bu yüzden kutladığım ilk doğum gününde, senin benim için yaptıklarını senin için yapabilecek biriyle karşılaşmanı dileyeceğim. Sana ufacık bile bir faydam olmadan benim için yaptıkların zaten nasıl bir insan olduğunun kanıtı. Çok çok güzel insanlarla karşılaşmayı fazlasıyla hak ediyorsun. Tek başına mutlu olmayı çok iyi başarıyorsun zaten ama benim dileğim bu mutluluğunu çoğunluk içinde sürdürebilmen. Biliyoruz ki, insanlar üzer. Ne zaman kalabalık ile de mutlu oluruz, kendimiz için o zaman bir şey başarmış oluruz. Bu benim düşüncem. İnsanın kendi kendine mutlu olması sadece bir yanılsama, biraz da yansıma.

“Bazen rakamlardan/sayilardan bunaldigini da söylesen, onlarsiz yapamayacagini düsünüyorum...” demiştin. E haliyle çok haklıydın ama eksik söylemiştin. Benim, bazen bunaltsalar da onlarsız yapamayacağım insanlar da var. Belki sayıları pek fazla değil ama sen kesinlikle bunun içindesin. O yüzden bu kutlama mektubunun son mektup olmayacağını biliyorum. Arkadaşlığımız uzunca sürecek, yıllarca doğum gününü kutlayacağım. Ahh bir de aradaki mesafe olmasaydı… Başlangıçta davranış şeklim olan “mesafeli” şu an kesinlikle yok belki ama kilometreler hala çok büyük engel. Ama ama bir gün buluşacağız biliyorum! Kahve içeceğiz, dertleşeceğiz, konuşacağız, dinleyeceğiz, hatta belki sallanırız bile =) Geçen gün de dediğim gibi “elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak…”

Yine aklıma geldi mesela. Yazdıkça anılar canlanıyor, yazdıkça yazasım geliyor. Yine çok moralsiz olduğum ve bir sürü soru işaretinin arasında boğulduğum bir zamanda beni dinlemek için (evet, ben istedim diye) msn’e gelmiştin. Ben yine bütün umutsuzluğumla ve her insanı çıldırtacak karamsarlığımla dertlerimi anlatıyordum. Demiştin ki “seni terk eden, seni üzen biri için niye üzülüyorsun?”. Bunun üstüne o zaman çok düşünmüştüm ve hayatımın geri kalanını etkileyecek kararları almıştım. Şimdi bakıyorum o günden bu güne de ne kadar haklı çıktın! Şu anda çok daha az mutsuz biriyim. Yine aynı gün sonunda seni de çıldırtmıştım(evet, çıldırtamayacağım insan olmasa gerek bu hayatta :/) ve sonunda “ne halin varsa gör” demiştin. O gün, o lafa dahi kızamamış, sana gücenmemiştim. Ne halim varsa görmeyi hak ediyordum o karamsar ve kararsız halimle. Ahh bir de dediğin gibi kendimle arkadaş olup daha mutlu olmayı başarabilsem… ahh… Mutsuzluktan hissizliğe çıkmak genellikle çok kolay ve dediğin gibi bu yoldaki ilk şart insanın kendisiyle iyi anlaşıp arkadaş olması; ama hissizlikten mutlu olmaya doğru yol almak için bir sürü dış etkenin de bir araya gelmesi gerekiyor sanırım. Bir gün bunu da çözeceğim, umarım çok geç olmaz… Belki bunu da sen anlatırsın bana, belli mi olur?!

... 

İyi ki varsın Satı.

 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.