30.6.10

Her Haliyle Mühendis


Birinin bunu yazması lazımdı artık.

Önce kendi hikayemle başlayayım. Daha önceden de demiştim, çocukken bile mühendis olacağımı biliyordum aslında. Okula gitmezken çarpım tablosunu ezbere biliyor, ilkokul çağındayken yaz tatillerinde ödev olarak verilen kitapları okumak yerine eğlenceli matematik problemlerini barındıran kitapları çözüyor, resim yapmaktan nefret ediyor –tamam yeteneğim de hiç olmadı zaten-,  sayı avı bulmacasını kelime avına tercih ediyordum. Bu sayede liseye geldiğimde de MF grubunu seçerken hiç tereddüt yaşamadım. Zaten benim için bir geometri sorusunun çözüm yolunu bulmak, bir cümleyi öğelerine ayırmaktan hep daha kolaydı(ufak bir not: kompozisyon derslerinde kompozisyon yazıp tüm sınıfın önünde bunu okumak çok sık yaptığım bir şeydi ama. Yazmak aslında hep varolan bir sevdaydı bende.). ÖSS sınavı sonrası mühendis olmam da kaçınılmazdı doğal olarak. Mühendislik eğitimine maruz kalmak lisans aşamasında açıklanamaz bir duygu ve geri dönüşü pek mümkün olmayan bir kıça giren şemsiye açılmaz durumu. Daha birinci sınıftayken fizik, kimya başta olmak üzere bütün temel bilimler üzerinize kabus gibi çöküyor. Ardından ikinci şok, t cetveli denen zımbırtıyı öğrenmek için köşeli masaya muhtaç kalmanız ile oluyor. İşte bu aşamada siz de mühendis olarak tüm estetiklerinizden arındırılıp köşeli, çarpıldığında acıtan bir nesne halini alıyorsunuz. Bu yüzden olsa gerek mühendise çarpıldığında insanların canının çok yanması… Fi tarihinden kalan fortran öğrenildiğinde de eğitiminiz tamamlanmış oluyor. E haliyle bunların hepsi benim de başıma geldi. Farkındalık tek başına belki mutlu olmak için yeterli değil ama değişmek/gelişmek için vazgeçilmez bir unsurdur. Ben de bir final haftasında bu farkındalığa eriştim. Sayılar sayılar… Bunlardan daha fazlası olmalıydı hayatta. Kitaplara merak sardım. Etrafımda genellenmeyi hak eden bir sürü mühendis olduğunu gördüm. Değişmem gerektiğini o zaman fark ettim. Değiştim mi? Bilmiyorum, hiçbir zaman da bilmeyeceğim muhtemelen. Ama genellemeleri haksız çıkaracak mühendislerin varlığını fark etmek için bu farkındalık şartmış onu biliyorum. Mühendis olmaktan hiçbir zaman pişmanlık duymadım, duymayacağım da.

Sosyal bilimcilerin genellemeleri için de söyleyeceklerim var. Neymiş efenim mühendisler iletişim yoksunuymuş, duygularını ifade edemiyormuş, sosyal olmuyormuş, -en saçması da-kareli gömlek giyerlermiş! Dolabımda bir adet kareli gömlek varsa ben de ajdar’ım, anik’im. Hayır olsa bile bu nasıl bir genellemedir, neyi anlatır hiç anlamıyorum. Zaten ilk defa geçenlerde duydum böyle bir şeyi. Gelelim iletişim yoksunu olmamıza. İletişimi sadece sözlü ve yazılı olarak düşünmek gibi bir hata yapılıyor bu noktada hep. Halbuki iletişimin en büyük kısmı bakışlardır. Susmak da bir iletişimdir hatta. Hayır siz sussanız belki biz de iletişim kurarız arada ’:)’. Sosyal olmak konusunda kendimizi suçlamıyor değilim. Hayatta hep en meşgul olan biz mühendislermişiz gibi bir davranış biçimimiz var. Özellikle ilişkilerimizde, önceliklerimizi belirlemede ve bunlara gereken önemi ve zamanı vermekte hep eksik oluyoruz. Bazılarımız bunun farkında ve var gücüyle uğraşıyor. Ben de işte, “iki yol var demiştin, birinden gidiyorum…”. Ama sosyal olmak olarak nitelendirilen şeylerin bazen beni anti-sosyal olmaya ittiği de olmuyor değil. Genelleme yaparken, mühendisleri eleştirirken istisnaları tenzih etmeyi ve eleştirdiğiniz konuda iddialı olduğunuzdan emin olmayı unutmayın. Canımı acıtıyorsunuz sonra. Duygularımızı da yeterince ifade edemiyoruz kabul ama böyle genellemeler altında ve sürekli dışlanarak ortak bir duygu paydasında buluşmak da çok zor. Bazen imkansız hatta. Analitik zekayı, duygusal zekaya yansıtmak için unutmayın ki desteğe ihtiyaç var. Duygusal zeka insanın tek başına sahip olabileceği bir şey değildir, iki kişinin ortak bir ürünüdür. Yalnızlığa itilmiş birinden duygusal olarak mantıklı davranmasını ve davranışlarına özenmesini beklemek haksızlık olur.

Aklıma gelenler bunlar şimdilik. Yazımın sonunda istisna sosyal bilimcileri tenzih eder, ‘sevgi anlaşmaktır, mühendislerle de anlaşılabilinir’ deyip özlü bir sözle yazımı bitiriyorum; “ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz” –Claude Bernard.

Aslında ilk tekerlekli aracın görüldüğü yer olan mezopotamya’daki mühendislik tarihinden, eski mısır’daki piramitlerin eşsiz mühendisliğinden, Türkiye’deki ilk mühendislik okulu olan, şimdiki adı İtü, o zamanki adı ile mühendishane’den(1773) de bahsetmek isterdim ama bitti yazı. Çay da demlenmiştir, gelin iki laf edelim.

26.6.10

Kimin Hayali?

Kapı çalıp uyandığında öğle ezanı yeni okunmaya başlamıştı. Okul kapandığında beri uyumak için dolu zamanı oluyordu. Zaten büyümek için de uyuması lazımdı, çünkü henüz daha 11 yaşındaydı. Kapıyı çalanlar arkadaşlarıydı. Parka gidip top oynamak için çağırıyorlardı. Annesi zamanı geçeli saatler olsa da kahvaltı yapmadan göndermeyecekti, bunu biliyordu. Ekmek arası bir şeyler yaptı hemencecik annesi. Çocuk[evet sayın okur, kimse tanımıyor bu çocuğu nasılsa isme ne gerek var.] ekmeği kaptığı gibi arkadaşlarına katıldı. İstikamet belliydi, park. Bir zamanlar sokaklarda oynanılan, kaldırımların çalım atmak için elzem olduğu zamanlar değildi artık. Sokaklar yaşlı teyzeler tarafından işgal edilmiş, egzoz gürültüsü çocuk bağırışlarına tercih edileli çok olmuştu. Zaten çocukların da çoğu televizyon başında oturarak sporlarını yapar olmuşlardı. 

Takımlar seçildi. Hayatın güçlü ve güçsüz diye insanları ikiye ayırdığına aslında ilk defa takım kurulurken tanık oluyordu ama çocuktu işte bunu oyunun bir parçası sanıyordu. Akşama kadar top peşinde koşturdu. Arada her çocuğun hayalinde olan çimde top oynamak için çimlerin ütüne çıkıyorlardı. Taa ki elinde düdüğü bir bekçi kovalayana dek. Altı üstü top oynuyorlardı, bekçinin bu davranışına akıl erdiremiyordu. Çünkü çocuktu, kuralların özgürlükleri kısıtladığını bilmiyordu. Bekçinin kovalamasını oyun yapıp kaçarken bile eğleniyordu. Eğlenirken sonsuza koşabileceğini biliyordu. Masumdu çünkü o. Çünkü o çocuktu, birinin çelme takabileceğini bilmiyordu. Çimlerde oynarken üstü başı çim lekesi de olsa çimlerde oynamak hep daha eğlenceliydi. Bekçi de cabasıydı işte[hayır sayın okur, kirlenmek güzel değildir, çimlenmek güzeldir]. Akşam ezanı okunuyordu evin yolunu geri tuttuğunda. Bütün gününü eğlenmeye ayırmıştı, zaten düşünmesi gereken başka bir dert de yoktu. 

Eve geldiğin abisini gördü. Abisi mühendis idi. yorgun olduğu her halinden belli olan abisinin yanına yaklaştı;

-"abi büyüyünce ben de mühendis olacağım, mühendislik benim hayalim."

abi cevap verdi;

-Hayır çocuk, sen benim hayalimdin!

***

Uyandım. Sabahın yatık ışıkları, perde engeline de takılınca, içeriyi kasvetli bir atmosfere sokuyordu. En nefret ettiğim hali budur ışığın; ne kitap okuyacak kadar aydınlık, ne de uyunacak kadar karanlık. Yataktan kalkarken hayalimi düşünüyordum hala ama gerçeklerle yüzleşme vaktiydi. O gün iş günüydü! O gün anladım ki zaman geçtikçe hayallerimiz uzaklaşırken, gerçekler geri dönülmez oluyor...

25.6.10

Duino Ağıtları

Rainer Maria Rilke'ne ait Duino Ağıtları'nın başlangıç kısmı çok etkileyici. Paylaşmak istedim. Tamamını netten bulup okumanızı tavsiye ederim(toplam 10 adetler).


"Wer, wenn ich schriee, hörte mich denn aus der Engel
Ordnungen? und gesetzt selbst, es nähme
einer mich plötzlich ans Herz: ich verginge von seinem
stärkeren Dasein. Denn das Schöne ist nichts
als des Schrecklichen Anfang, den wir noch grade ertragen,

und wir bewundern es so, weil es gelassen verschmäht,
uns zu zerstören. Ein jeder Engel ist schrecklich."




"Seslensem kim duyar beni melekler
katından? Ve biri çıkıp beni bağrına
basıverse bile, onun müthiş varlığı karşısında
erir giderim. Güzel dediğin korkunç olanın
başlangıcıdır çünkü, zor da olsa taşırız onu.
Ve hayran oluruz ona, bizi mahvetmeye
gönül indirdiği için. Her bir melek korkunçtur."


24.6.10

Mektup...

Hayatım boyunca birkaç satırdan daha fazlası yazılmadı benim için. Hele böyle güzel olanı ve aradaki mesafeyi hiçe sayıp kalbimin derinliklerine etkileyecek olanı hiç yazılmamıştı. Benim için iki satırlık tanım bile yapılmamıştı daha önce. İşte aşağıda yayınlayacağım mektubu doğum günüme saklamak istiyordum, çünkü onun bir parçasıydı ama fark ettim ki ben bu kadar bekleyemeyeceğim. Okumaktan bıkmayacağım ve daha iyisinin yazılabileceğini de hiç sanmıyorum. Şöyle ki;

"Seninle yaklasik alti ay önce Twitter'da tanistik. Seni ben eklemistim. Sessiz kösende, uzaklara bakiyordun fotografinda. Evet, uzaklara bakiyordun ilk gördügüm fotografinda. Ve sanirim bu hic degismedi sende. Sen hep uzaklara bakiyorsun gördügüm fotograflarinda. 
Akli basinda, entellektüel biri oldugun belliydi. Ben de ekledim seni...
 
Ilk mesajlasmalarimizda ben sana "sizi izliyorum cünkü tanimak ve anlamak istiyorum" demistim. (Cünkü neden izledigimi sormustun yanlis hatirlamiyorsam). Sen de her zamanki mesafeli tavrinla "zamani var" gibi bir aciklamada bulunmustun. Hatirliyor musun? 
 
Sonrasinda takip ettik birbirimizi Twitter'dan. Sohbet ettigimiz de oldu, tartistigimiz da. Hatta bi keresinde iyice abartip kopma noktasina gelmistik de sonrasindan tekrar arkadas olmustuk:)
Zamanla birbirimizi daha iyi tanidigimiza inaniyorum. Hassas noktalarimizi kesfettik. Samimi olduk. Hatta aylar öncesinden msn adresini istemistim de vermek istememistin. Sonrasinda sen teklif ettin. Galiba biraz zaman aldi güvenini kazanmam:)
Acikcasi sunu hep düsündüm; Eger aramizda böyle büyük bir mesafe olmasaydi, eminim, sevdigim ve saydigim dostlarimin arasinda olacaktin. Simdi ise internetin bize verdigi sinirli imkanlarla idare ediyoruz. Olsun. Hic yoktan iyidir:)
 
Seninle olan sohbetlerimizde hep sunu fark ettim. Hani bir söz vardir ya, "bazi insanlar gecmiste, bazilari gelecekte yasar. cok az insan bugünde yasar" diye? Hah iste, sen de mazide yasayan insanlardandin benim icin. Buna bazen kizdim, kizdim cünkü seni düsündüm. Ama her zaman da saygi duydum. Seni tanimlayacak kadar tanimadim belki ama gördügüm kadariyla cok derin bir insansin. Sadece kendi kiymetini bilmiyorsun. 
Bu dogum gününde senin icin en büyük dilegim budur; Kendi kiymetini bilmeyi ögren... 
Sohbetlerimizden cikardigim kadariyla, son derece duygusal ve sevdiklerine düskün bir insansin. Sevdiklerin ugruna kariyerini bile arka plana attigini senin sayende ögrendim. Ve saygi duydum... 
Kardesine olan düskünlügün, saygin, bencil olmayisin sana olan saygimi arttirdi. 
 
Dogayi sevmen, bilimle ilgilenmen, sevdiklerine sirtini dönememen bi zamanlar seninle tartistigimiz "hümanizm" kavramini getiriyor aklima. Sen hümanistsin benim gözümde. Hem de fizikcisin! Benim cok saygi duydugum bir meslek bu. Ve sen de bunu biliyorsun. Hatirlarsan, ben senin fizikci oldugunu dahi bilmiyordum fizikcileri överken:) Güzel bir tesadüf oldu. Bazen rakamlardan/sayilardan bunaldigini da söylesen, onlarsiz yapamayacagini düsünüyorum... Insanin kanina girmeye görsün bu tür seyler!
 
 
Biliyorum hic kolay degil ama ben senden bu dogum gününde, ve hayatinin geriye kalan döneminde mutlu olmani diliyorum. Mutluluk bazen askla gelir, bazen alinan güzel bi notla, ya da patronun pohpohlamasiyla... Ama ben bunu dogru bulmuyorum. Ben insanin kendi basina da mutlu olabilecegine inaniyorum. Ve sana iste tam da böyle bir mutluluk diliyorum... Yasadigin icin, saglikli oldugun icin, akilli ve bilgili oldugun icin, bir aileye sahip oldugun icin, calisabildigin ve sevebildigin icin... mutlu olmayi hak ediyorsun. Bunlardan birini dahi kaybeden insan, mutsuzlugu tadar. Oysa bunlara sahipken bilemez aslinda ne cok mutlu olmasi gerektigini... Sana kaybetmeden kiymetini bilecegin bir mutluluk diliyorum. 
Insan ancak farkindaligiyla mutlu olabilirmis gibi geliyor bana. 
 
Kendinle ne kadar iyi anlasiyorsun? Bunu sordun mu hic kendine? Sana ruhunun resmini ciz desem, nasil bir tablo cikar ortaya?
Yillar önce bu soruyu kendime sordugumda, aglayarak bitirmistim günü. Ruhumun portresi aci vermisti bana. Zaman aldi ama kendimle barismayi, kendimi sevmeyi ve kendimle iyi anlasmayi ögrendim. Ve bu dogum gününde kendini sevmeni diliyorum, kendinle iyi anlasmani... kendinin en ama en iyi arkadasi olmani. 
Cünkü hayatta her ne kadar dostlarimiz ve sevenlerimiz de olsa, yalniziz. Bu derin yalnizlikla da ancak kendinle arkadas olarak bas edebilirsin. Kimse seni senin kadar düsünmez, düsünemez... Bunun farkinda olmani diliyorum..."


Bu yazı için teşekkür etmemin ne kadar yetersiz olacağının farkındayım ama şu anda ne yazık ki yapabileceğim bir şey de yok. Ama şundan emin olabilirsin ki artık moralim bozulduğunda, canım bir şeylere sıkıldığında ya da umutsuzlukla dolandığım anlarda geriye dönüp tekrar ve tekrar okuyacağım bir yazım  var artık. Daha önce de yapmıştın, hatta defalarca yapmıştın, en umutsuz anımda gelip bana destek olmuştun. Ama bunu hak edecek kadar faydam olmamasına rağmen her zaman kıymetimi bildin. Ahh ben ise hep eksik bıraktım, yeterince ilgilenmedim, hatta dışladığım bile olmuştu... Şimdi dönüp özür dilemem bir şeyi değiştirmeyecek biliyorum ama artık bildiğim bir şey varsa, yapılabilecek en büyük kötülüğü yapsan bile içindeki o güpgüzel kalbi hep göreceğim... Tavsiyelerini hep ciddiye aldım bilmeni istiyorum. Bundan sonra da böyle olacak. Artık seni canımdan biliyorum... Daha iyisini hak etmene rağmen daha iyisini senin için yazamayacağımdan neredeyse eminim ama elimden gelenin, kalbimden geçenlerin en iyisini yazacağıma, bundan sonra daha anlaşılır ve mesafesiz olacağıma yemin edebilirim. Benim mektubumda görüşmek üzere... Sevgilerimi sunuyorum...

21.6.10

Sinirlenmeyeceğim!

Bu müşteri hizmetlerine çok fena kafayı taktim ben. Argın yorgun eve geldim, şöyle açayım internetimi kafa dağıtayım dediydim ki ne göreyim; bağlantı yok. Neyse aradım işte ttnet müşteri hizmetlerini -4440375-. Her zaman olduğu gibi yine bir telesekreter abla karşıladı beni. Gerçekte de bu kadar güzel konuşuyorsa ben bu ablaya talibim arkadaş! Neyse işte, bir sürü numara tuşladıktan sonra etiyle kemiğiyle biri çıktı karşıma. Adını söyledi ama adını aklımda tutacak kadar sakin değildim o anda, dolayısıyla adsız diye geçecek tarihe bundan sonra. Derdimi anlatmaya başladım; "adsl ışığı yanmıyor, hatta telefonu taktım denedim çalıştı yani sorun kablolardan değil, splitter'siz direkt bağladım yine olmadı, bi bakırverseniz zahmet olmazsa emi" dedim? İşlerini kolay yapsınlar diye 10 dakika açıklamada bulundum yani ama aldığım cevap neydi hadi tahmin edin? "Teknik bir sebep nedeniyle yardımda bulunamıyoruz şu an...". Teknik destek birimi teknik problem yaşıyormuş zira. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Neyse 1 saat sonra tekrar aradığımda problemin hattan değil modemden kaynaklı olduğunu söylediler. E ben de ne yaptım airties'ın müşteri hizmetlerini aradım -4440239-. Hala arıyorum ama teknik destek birimleri başka şeylerle uğraştığı için beni dinleyemezmiş. Arkadaş şaka mısınız siz? Teknik destek, müşteri hizmetleri filan alooo?! Yeni bir modem alacak kadar telefon konuşması yaptım anlayacağınız. Sonuç: kablosuz bağlantı özelliği olmayan eski modemimi taktım, öyle bağlanıyorum. Yenisini de anneme bağışlayacağım, ekmek filan keser üstünde artık. 

Bitmedi!

Pazar  günü de bilgisayar uyuzluk yaptı. Anakarta kadar güç geliyor, fanlar filan çalışıyor ama bios ekranı bile açılmıyordu. Bios'u resetledim, ram'leri söküp taktim, ekran kartını söktüm taktım ama çalışmadı. Nuh diyor, peygamber diyor, ama müslüman değil! Attım arabaya tamirciye götürdüm. Bunu asla bilmezsiniz bence: orada çalıştı! Aldım geri getirdim burada da çalışıyor. Meğersem canı sıkılmış, araba yolculuğu çekmiş canı. Bundan sonra kendisine daha fazla ilgi göstereceğim, haftada bir pencereden dışarı bakabilecek ahsvmhavbv.  

Aslında unutmuştum, bekleyin ben modemi biraz dövüp geliyorum. Türk mühendisleri tarafından onaylanmış bir tamir yöntemidir bu sonuçta. 

İşte birkaç gündür böyle olmayacak şeylere sinirleniyorum. Zaten canım da sıkılıyor. Başka birkaç konu da var ama onları sonra yazarım belki. 

Adaçayı?


16.6.10

Son Unutma

Bazı günler vardır gelsin istersiniz, gelirler. Bazı günler vardır geldiklerinde sizi mutlu ederler, gelirler. Bazı günler vardır gelmesin istersiniz, gelirler. Her tarih bir şekilde geliyor, istesek de istemesek de. İşte 16 haziran bunların sıradan hepsini yaşattı bana.

Çok sevmiştim lan ben seni... Ölünceye kadar sevecektim üstelik. Sen istedin jazz sevdim, Norah Jones dinledim. Sen istedin drizzt oldum, onlarca kitabını okudum. Sen istedin go öğrendim, saatlerce kurallarını ve taktiklerini okudum. Bana destek oldun, azim aşıladın derslerimi takılmadan verdim, mezun oldum. Biz evleniriz diye askere gittim lan ben... Sen istesen ölürdüm ben. Çok sevmiştim ben seni ama sen ne yaptın, gittin. Giderek mi öldürecektin beni... Bunu hiç düşünmemiştim. Bu bensiz ne yapar diye hiç mi düşünmedin? Ben olmazsam bu yaşayamaz diye hiç mi düşünmedin? Beni hiç mi sevmedin? Hepsi numara mıydı? Sorularımı cevapsız bıraktın, beni ölüme terk ettin. Kaç ay "yerine sevemem" dedim biliyor musun? Kaç kere bu şarkıyı dinlerken ölmek istedim biliyor musun? Bilmiyorsun. Belki de en başından biliyordun, ben bilmiyorum sadece. Yazıklar olsun başka bir şey değil.

Ama ne oldu biliyor musun? Sana teşekkür edeceğim şimdi. Beni rüyadan uyandırdığın için. Hayata beni hazırladığın için. Korkularımla yüzleşme fırsatı verdiğin için. Bana seni unutma fırsatını verdiğin için... Ben artık seni sadece doğum günlerinde hatırlıyorum. Belki en fazla birkaç gün daha. Giderken kilitlediğim kalbimin kapılarını sonuna kadar açıyorum artık. Başka birini seveceğim, hem de senden daha fazla. Senden daha iyi birisi olacaktır zaten eminim. O zaman bu tarihler bile anlamsız olacak benim için. Seni bir daha hiç aklıma getirmeyeceğim. Senden hatırladıklarımın son kırıntısını bile unutacağım. Yeni tarihler ezberleyeceğim. Bunlar için sayfalarca yazı yazacağım. Aşkımı anlata anlata bitiremeyeceğim. Oysaki sen ise kıytırık bir doğum günü mesajında kutlanan birisin şu an. Senden nefret bile etmiyorum üstelik. Sen de herkes gibisin benim için. Alakasız bir sayfada hatırlanan, hatta unutulmanın son satırlarında adı geçen zavallı birisin. 

Ben başka birini, senin yerine veya seni unutmak için değil, senden daha fazla sevebileceğim için seveceğim. İntikam almak için değil, seni unuttuğum için seveceğim. Senden daha güzel veya iyi olduğu için değil, sana hiç benzemediği için seveceğim. Gittiğin için değil, gitmeyeceği için seveceğim. Seni değil, başkasını seveceğim artık...

'unutmadan', doğum günün kutlu olsun canımcım.

-eski sevgilin.



13.6.10

Normalleşmiş A-normlar

Ben de normalim işte dediğim bir anda "normal kriterin ne?" sorusunun gelmesi üzerine böyle bir yazıyı yazmaya karar verdim.

Normal ya da anormal olmak, ikisinden birisinizdir zaten. Ya normal olursunuz toplumun normlarına ayak uydurup yaşarsınız ya da anormal olup başta deli olmak üzere bir sürü yafta ile yargılanırsınız. İşte ben de bu yolda normal olmaya çalışanlardanım. Normal insanlar gibi yürüyorum, normal insanlar gibi konuşuyorum, normal insanlar gibi düşünmeye çalışıyorum. Normal olmak, çoğunluğa ayak uydurmak değil midir zaten? işte ben de çoğunluğun içinde garipsenmeden soluk alıp veriyorum. Ama bu çok sıkıcı işte.



Bu sebepten ötürü şimdi anti-normal diye bir kelime olmalı. Normalliğin sıkıcılığından ve tekdüzeliğinden sıkılanlar için baştan tanımlanmış yepyeni bir kavram. Herkesin kendi olabildiği, toplumun süregelen önyargılarına karşı gelinebilen, anı yaşamak üzerine kurulu bir varoluş. Hayatı uç noktalarda yaşamak isteyenler için bir kavram. Evet evet bu anormal kavramından çok farklı olmalı. Normal olma kriterlerinin anormal olduğu bir düzende tamamen farklı bir yaşayış biçimi olmalı.

Bence herkes bir gün dahi olsa normal olmamalı.

porcupine tree- normal => http://fizy.com/s/1fxr9u

10.6.10

Dünya Kupasına Doğru

Türkiye’nin  dörtte üç nüfusuna sahip olan Güney Afrika cumhuriyeti’nde yapılacak olan bu turnuva yarın Güney Afrika – Meksika maçıyla resmen başlamış olacak.

Maçlar alışageldiği gibi yine trt’den yayınlacak, ama bir farkla. Televizyonculuk tarihinin en klasik sloganlarından biri olan, her ikinci lig maçında görmeye alıştığımız “maç trt’den izlenir” sansür kurbanı olacak. Trt, uydu yayınlarının şifreye gireceğini resmen açıkladı. Hangi kanal yayınlarsa yayınlasın bu böyle olacaktı, o yüzden trt’ye fazla yüklenmeye bir sebep görmüyorum. En azından bu konuda bu böyle. Aksine karasal yayında en yaygın ağa sahip olması bakımından yayıncı kuruluş trt olduğu için şanslı hissetmeliyiz kendimizi.

Almanya’da düzenlenen ve İtalya’nın şampiyonlu ile tamamlanan bir evvelki dünya kupasında olduğu gibi bir kez daha dünya kupasında yer alamayacağız. 96 avrupa şampiyonasına katılmamızla başlayıp,  98’de kaçırılan bir dünya kupası, 2000 avrupa şampiyonasında elde edilen çeyrek final, futbol tarihimizin zirvesi olan ve üçüncülük ile tamamladığımız 2002 dünya kupası, sonrasında peş peşe kaçırılan 2004 avrupa şampiyonası ve 2006 dünya kupası, 2008 avrupa şampiyonasında elde edilen yarı final ve 2010 dünya kupasına gidememizle tamamlanan başarısı inişli çıkışlı olan bir futbol ülkesiyiz zaten. Katıldığımız dört turnuvanın üçünde derece elde eden milli takımızda, başarıların üç ayrı teknik direktörle yaşanmış olması; istikrarsız bir futbol ülkesi olduğumuzun ve herhangi bir futbol ekolu geliştirememiş olmamızın açık bir göstergesi olsa gerek. Elde edilen başarılarda Mustafa denizli, Şenol güneş ve Fatih Terim isimlerinin olması da bu 15 senelik süreçte hiçbir yabancı antrenörle çalışmamış olmamız ile açıklanabilir. Bu yüzden Hiddink ezber bozan bir antrenör olacak. Hayırlısı.

Katılamayan ülkelerin ve hazırlık sürecinde sakatlık geçirip oynayamayacak olan futbolcuların eksikliğinin hissedileceği bir turnuva olacak. Beckham, Ballack, Nani, Rio Ferdinand, Drogba*, Robben*, Obi Mikel ülkeleri katılmasına rağmen sakatlıkları nedeniyle oynayamacak(*durumu belirsiz). Arda, Arshavin, İbrahimoviç, Dzeko… da ülkeleri olmadığı için oynayamayacak olanlar. Katılan ülkeler göz önüne alındığında İlgiltere, İspanya, Arjantin ve Brezilya dörtlüsünden birisinin şampiyon olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Capello destekli İngiltere milli takımı, Terry ve Carragher ile sağlam bir defansa sahip. Ashley Cole ve Micah Richards destekli beklerle de turnuvanın en zor gol yiyen takımı olmaya aday. Tek sorunları kaleci. İspanya için denilecek bir şey yok zaten. Kusursuz bir takıma sahipler ve Katalanya-İspanya kargaşasına düşmeyip sahaya su balesinden farkı olmayan uyumlarını yansıtırlarsa hiçbir takım karşılarında duramayacaktır. Arjantin ve Brezilya’nın en büyük sorunları antrenörleri. Maradona ve Dunga, güney Amerika elemelerinde zayıf notlar alarak geçtiler. Messi kupa koleksiyonundaki tek eksik parça için epeyce uğraşacaktır. Muhtemelen Rooney ile birlikte gol krallığı için de yarışacaktır. Barcelona’ya transferini yapan David villa da diğer bir gol kralı adayı. Hazırlık maçlarında kendi kalesine gol atma rekoru kıran Japonya, sahadaki hırsları ile her zaman takdir toplayan Avustralya ve İngiltere premier ligi karması bir kadroya sahip Fildişi Sahil’i de turnuvaya renk katmaya aday diğer ülkeler.

Başlasın hep beraber izleyip görelim neler oluyor. E hadi başla.

dünya kupası için hazırlanmış şöyle güzel bir linke rastladım, belki işinize yarar:   http://www.marca.com/deporte/futbol/mundial/sudafrica-2010/calendario-english.html

7.6.10

Uykusuzluk


Bir Nba maçını masum yapacak kadar kronik bir sorunum bu. 
Artık gözlerimi acıtıyor, neşemi kaçırıyor, algılamadaki eşik değerimi kilometrelerce aşağıya çekiyor. Milenyumum veba salgını bu olsa gerek. Hatta daha da beteri, çünkü öldürmüyor bu, süründürüyor. Evet, bildiğin süründürüyor. Ismarlama birkaç saatlik uykudan sonra sürünerek kalkıyorum yataktan.
"Hayat uyku ise, sevgi onun rüyasıdır..." sözünü haklı çıkarırcasına beni rüyasız bırakıyor. Beni masalsız bırakıyor...
"Rüyalarınızı gerçekleştirmek için önce onlardan uyanmanız gerekir" sözünde geçen 'gerçekleştirme', eylem planının henüz ilk satırında çuvallıyor...
Ah önce eksiksiz bir uyuyup rüya görsem şöyle hayırlısıyla demekli olmaktan ağırlaşan kirpiklerimi unutup çenemi yoruyorum.



Kelimeler, Fransızcadan kopup gelmiş gibi oluyorlar. Ben mi kelimeye Fransız oluyorum yoksa kelime zaten Fransızca mı orası da hep ayrı mesele zaten...
Kafamdaki sayılar köy düğünü yaparcasına gürültü oluyorlar.
Her kaybedişimin birlikte getirdiği oluyor...
Her gecemin küskün ama ayrılamayan arkadaşı oluyor...
Her sorunumun kusursuz bahanesi oluyor...  
Her sorunumu çözmek için sözde daha fazla zaman sağlıyor...
Her sorunumun...
Her.

5.6.10

Netten Hatun Kaldırmanın Püf Noktasızları

Sizin için engin tecrübelerime dayanarak ‘netten nasıl hatun kaldırabileceğinizi’ anlatıyorum. Bu fırsatı başkasına sunmam, o yüzden kaçırmayın ve aşağıda yazdıklarımı dikkatlice okuyun.


* Gördüğünüz her hatuna ilk mesajı atan siz olmayın. Ondan bekleyin tanışma mesajını.

* Tanıştığınızda olay bitmiyor. Çevrimiçi görür görmez hal hatır sormayın. Ağırdan satın kendinizi. Bir seferlik konuşmayla kimse kimsenin arkadaşı olmaz.

* Kibar davranın. Çemkirse de, bağırsa da , terslese de nazik olun.

* Efendi ve dürüst olun. Unutmayın ki piç olmak en kolayı. Etrafta milyon tane var bunlardan.

* Entrylerinizde hatunlara selam etmeyin. Üzerine oturduğunuz organınızdan uydurduğunuz kelimeleri kullanmayın. Cevaplarınızda sıkıcılık uğruna da olsa gerçekçi olun. Türkçeden şaşmayın. 

* Asl, slm, mrb gibi samimiyetsiz sözlerden uzak durun. Canım, canikom, kuzum, aşkım, bitanem gibi hitapları elinizden geldiğince az kullanın. Az kullanın ki kullanmanız gerektiğinde bir anlamı olsun.



* Ben güçlüyüm, ayrıldım ama çabuk atlattım, ben daha iyilerini hak ediyorum gibi özgüveninizi yüksek gösterecek cümlelerden sakının. Doğal olun, ne iseniz öyle davranın.

* Ve en önemlisi yazdığı bir yazıyı beğendiğinizde bunu her seferinde özel mesajla bildirmek zorunda hissetmeyin. Sizin için yazmıyor onları. Heyecana mahal yok.

* “Burası kastı msn var mı?”, “seni çok merak ediyorum, buluşalım mı?”, “telefon numaranı versene, sesini merak ediyorum…”  gibi direkt sonuca gidebilecek sorulardan uzak durun. Zamanı gelince bunlar kendiliğinden olacaktır zaten.


İşte arkadaşlar bunlar benim taktiklerim. Siz bunları 'YAPMADIĞINIZ' sürece başarıya ulaşacaksınızdır. Kısmetiniz açık, kaldırdığınız hatunlar sarışın olsun. 

4.6.10

İki Arkadaşlık Arasındaki 5 megabyte

Sanal arkadaşlıklar aslında uzun süredir üzerine düşündüğüm bir şeydi, ama geçenlerde gördüğüm “sanal arkadaş ile gerçek arkadaş arasında ne fark vardır?” sorusu ile kafamı daha fazla işgal etmeye başladı.

Geriye dönüp bakıyorum da sanal arkadaşlık kavramıyla tanışmamın üzerinden yaklaşık 6-7 yıl geçmiş. İlk sanal arkadaşım, önceleri hayatta en çok seveceğim, sonrasında en çok özleyeceğim ve nihayetinde en uzun süre unutmaya çalışacağım kişi olmuştu. Sanal bir birliktelik, gerçek bir aşka yelken açmış, titanicvari epik bir sona sahne olmuştu. Her neyse… Tüm bunlar olurken facebook, sözlükler ve nice forumda sadece 0 ve 1’lerden ibaret olan baytlarca arkadaş edindim. Bu internet dünyası öyle bir şey ki zamanınızın çoğunu alıyor, ama karşılığında nice yeni arkadaş sunuyor. Bunun en büyük götürüsü de gerçek arkadaşlarınıza daha az zaman ayırabilmek, onlardan uzaklaşmak oluyor. En yakın arkadaşınız size facebook’tan bira ısmarlıyor mesela. Halbuki ben bira bile içmem, kaldı ki çok iyi biliyor bunu ama işte gerçek sanallaşıyor orada. Paralel evrende tanışmış farklı iki kişi oluyorsunuz, arada birbirini dürtme gereği duyan iki kişi…

Tüm bunların üzerine sanal ortamlardan uzaklaşma gereği duyarken, bir bir üyeliklerimi kapatırken, bana sanal arkadaşlığın da gerçek arkadaşlık gibi olabileceğini düşündüren bir şey oldu, birisi oldu. Yaklaşık 2,5 yıl olmuş, hiç görmedik birbirimizi(tamam o uzaktan bir kere görmüş olsun =)) ama gerçek arkadaşlarımdan benim için hiçbir farkı yok. Zaman geçtikçe başkaları da olmaya devam ediyor. Detaya indikçe yeni yeni güzel insanlar tanıyorum, arkadaşlar ediniyorum. Şimdi soruyorum; cidden sanal arkadaşlar gerçek gibi olabiliyor mu yoksa ben gerçek arkadaşlığın nasıl olduğunu unutalı çok mu oluyor? cevabınız ne olursa olsun, sahip olduğum sanal arkadaşlarım sayesinde gerçek arkadaşlığı unutmuş olsam bile üzülmem. Evet, sahip olduklarımdan mutlu olmayı öğrenmeye çalışıyorum…

Son birkaç gündür bir korku besliyorum, beni huzursuz eden bir korku. Bu kadar güzel arkadaşlar ve arkadaşlıklar edinmişken birisi çıkıp her şeyi mahvederse diye. Bir kişi yüzünden tekrar sanal arkadaş kavramından nefret edersem diye. İyiliklerinden asla zerre şüphe etmeyeceğim kişilerden uzaklaşmamı sağlayan biri çıkarsa diye. 3 aydır facebook hesabım kapalı, formspring hesabıma da sürekli iletişimde olduğum 4-5 kişi için uzatmaları oynatıyorum. Bir gün o da kapanacak, şüpheniz olmasın. Sözlüklerden elimi ayağıma çekeli epeyce oldu zaten(arada sırf geyik olsun diye birkaç satır yazıyorum sadece). Tüm bunlar neden mi? Siz gerçeksiniz benim için, tekrar sanallıktan nefret etmeden önce sizin hep öyle kalmanızı istiyorum.

Siz benim gerçek arkadaşlarım oldunuz, öyle olmaya da devam edeceksiniz...

3.6.10

Yine Beklerim

Açılış konuşmalarından nefret eden biri olmama rağmen, aşağıdaki ‘haydi bismillah’ tadındaki yazıyı yazma gereği duydum. Sonuçta sadece bir kere olacak, bu yüzden hep beraber bir kereliğine bu yazıya katlanalım.


 Türk misavirperverliğinin en klasik ve muhtemelen en samimiyetsiz sözü olan ‘yine bekleriz’i birinci tekil şahısa uyarlarken içine biraz daha samimiyet kattım, ortaya bu sanal ortam çıktı. Doğruyu söylemek gerekirse istediklerimin hepsinin sahibi vardı, ben de az istediğim bi ada sahip oldum…

Yazdıklarımda samimi olmaya çalışacağım, sonuçta hiçbir takip edilme kaygısı olmadan yazılmış yazılar olacak. Bir anlık heves ile açtım burayı ama hevesimin ne kadar süreceğinin de garantisini veremem. Şeytanın bir günahı beklediğinden uzun olacağının garantisini verebilirim galiba.

Unutmadan, blog tanımında kullandığım yazı için Necip Fazıl Kısakürek ve beklenen şiirine selam etmeliyim. Evet, sayın ziyaretçi, siz bir sonraki ziyaret için bu kadar bekletmeyin ve sitemden ayrılırken samimice ‘bize de bekleriz’ demeyi unutmayın.

Bu yazıyı okuduysan, yine beklerim…
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.