24.9.11

Yeni Sezon

Eylül ayının sonuna gelmemiz ile birlikte birçok yeni dizi yayına başladı. Ben de sizin için (O yea!) bu dizi furyasında öne çıkan beş tanesini izledim ve yorumladım. Buyrun hayrını görün...


True Blood veya Vampire Diaries hayranıysanız bu diziyi de beğenmeniz çok olası. Annesinin ölümü ile büyük annesinin yanına taşınan bir kızın, cadıcılık yeteneğini keşfetmesi sonrası yaşadıklarını/yaşayacaklarını anlatan ergen dizisi demek yanlış olmaz. Aynı okula giden bir grup ergen, yetenekli cadılar, çıtır hatunlar, yakışıklı erkekler, küçük ve herkesin birbirini tanıdığı bir kasaba, bunlar bu türün değişmezi olarak bu dizide de var. Vampir mitini mahveden, vampir tarifini ayaklar altına alan Twilight sonrası bir hayal kırklığı da hayallerdeki cadı tarifi için geçerli olacağa benziyor. Cadı denilince hepimizin aklına kemikten, bin bir türlü antik ottan büyüler hazırlayıp bunları kullanan kişiler aklımıza gelecektir. Bu dizide ise büyücü olarak bildiğimiz iki sihirli söz ile doğa üstü şeyler yapabilen kişiler cadı diye önümüze sürülüyor. Üstelik sözler de "hadi aslanım, hadi koçum" ayarında. Benim gibi bu mitlere bağlıysanız ve bunları seviyorsanız biraz hüzünleneceksinizdir. Onun haricinde büyü ve doğa üstü olayları seviyorsanız bir şans verebilirsiniz, sonuçta bir Selena değil.

Yazarın notu: 6/10 - yoklukta gideri var.


İzlediğim diziler içinde beni en çok şaşırtan dizi bu oldu. Tekrarı çekilen filmlerin Cameron Diaz'a rağmen yavanlığı, tekrarının dizisinden benlentimi çok aşağıda tutmama sebep olmuştu. Herhalde konusundan bahsetmeme gerek yoktur. Üç güzel ama güzel oldukları kadar da ölümcül kadın adaleti sağlama peşinde. İyi dövüşen kadınların cazibesine bu dizide de kapılmamak elde değil. Asyalı bir melekten sonra siyahi bir meleği de bu diziyle birlikte görüyoruz. "Meleklerin ırkı, rengi olmaz; onlar dövüşmek için yaratılmıştır." mesajını almamak elde değil. Dizi hem müzikleri ile hem de "you're angels of justice, not angels of vengeance.", "we're angels, not saints." gibi sözlerle tempoyu hep yukarıda tutuyor. Özellikle izleyicinin erkek kesiminin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Henüz piyasada adı pek geçmiyor, sözlüklerde ve twitter'da konuşulmuyor ama yakın zamanda epeyce popüler olacağını tahmin ediyorum.

Yazarın Notu: 8/10 - her türlü gideri var.


Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere Zooey Deschanel başrolde. Aslında sadece bu cümleyi yazıp bıraksam da olur, bundan sonra diyeceklerim biliyorum ki teferruat. Bir gün deselerdi ki Zooey haftalık yayınlanan bir dizide oynayacak, inanmazdım. Madem böyle bir mucize gerçekleşti, bize de keyfini çıkarmak düşer. Çoğu  insan da benim gibi düşünmüş olacak ki gününün reytinglerinde istikrarlı olarak birinci gelen, ödül süpürücüsü Glee, daha yayınlanan ilk bölümü olmasına rağmen New Girl'ün reytinglerde gerisinde kaldı.Olması gereken oldu aslında bir bakıma. Diziden de bahsedeyim biraz. Sevgilisini iş üstü yakalayan Jessica (Zooey), üç erkeğin birlikte yaşadığı bir eve taşınıyor. Bir nevi karma öğrenci evi gibi düşünebilirsiniz. Televizyon başında hüngür hüngür son yaşadığı olaya ağlayan Jess (İyice havaya girdim), ev arkadaşlarının da teşvikiyle tekrar sosyal yaşamına geri dönüyor. Geri dönmesi ile birlikte problemler yaşamaya devam ederken yeni ev arkadaşlarından destek görüyor. Arkadaşımın biri tarafından gay oldukları iddia edilen bu üç arkadaş ise gayet iyi niyetli bir şekilde bu sulu gözlü ama şirin hanfendiye yardım ediyorlar. Yirmi dakikalık bu sitcom içerik olarak fazla bir şey sunmasa da Zooey hayranları için (Olmayan beni listesinden silsin plzz) kaçınılmaz bir fırsat.

Yazarın Notu: 7/10 - Zooey olmasa tam bir hayal kırıklığı.


Diziden önce bahsetmek istediğim bir husus var. Şimdilerde moda olan yeni bir olay var: Executive producer! Lost'un finali için ettiğimiz küfürlerin boşa olmadığını Super 8 filmiyle ispatlayan J.J. Abrams, bu dizinin de "executive producer"ı. Yine ne yapmış ne etmiş dizinin bir yerlerine sayıları monte etmiş. Sayılarla alıp veremediği ne bu abimizin bu açığa çıktığında, piramitlerin uzaylılar tarafından yapıldığını da anlayacağımız gündür! Dizide, Lost dizisinden çok tanıdık olan, aynı zamanda Lost içerisinde en iyi yazılmış karakter olduğunu düşündüğüm namı değer Ben Linus, iki başrolden birini paylaşıyor. Hayatı doğrudan ya da dolaylı olarak tehlikede olan birini kurduğu akıl almaz sistem ile önceden tespit edip özel eğitimli diğer başroldeki abimiz John Reese'e iletiyor. Gerisi Kimin katil, kimin maktul olduğunu bulmak ve önüne geçmek. Bir tutam gizem, oldukça polisiye ve bir tutam da şiddet ile bezenmiş hoş bir dizi. Abrams bu dizisinde de sık sık "flashback"leri kullanıyor ve başroldeki Finch ile Reese'in geçmişinden görüntüler sunuyor. Güzel olacak bu dizi güzel. Ne diyelim sonu Lost'a benzemesin!

Yazarın Notu: 9/10 - yayında olduğu sürece izleyeceğim.


En kötüsünü en sona sakladım. Yazdıklarımdan sıkılıp okumayı bırakanlar olursa çok şey kaçırmasın istedim. Tam bir hayal kırıklığı. Türk dizisi kıvamında. Daha kötü ne diyebilirim bulamıyorum. Koskoca Buffy, the vampire slayer, her türlü şeytani güce diz çöktüren Sarah Michella Gellar bu günleri de mi görecekti... Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum şu an, keşke hep zihinlerimizdeki Buffy olarak kalsaydı... bir cinayetin görgü şahidi olan Bridget, kendisine çok benzeyen, zengin ama karman çorman bir özel hayat yaşayan ablasının yerine geçiyor. Sonra olaylar olaylar diyeceğim ama o da yok. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Yani gerisi bildiğiniz Türk dizisi. Aksiyon yok, gizem yok, fantastik bir olay yok... İkinci sezonu görmesi mucize olur. Bunu bize yapmayacaktın Buffy...

Yazarın Notu: 2/10 - oturun kuzey güney izleyin daha iyi.

Devamı olabilir.

14.9.11

Yakarış

Ben iyi değilim. Hayattan en ufak bir zevk almıyorum. Hiçbir şey beni tatmin etmiyor, her şey biraz eksik sanki. Sadece gülmek eğlenmek değil, bütün duygular vücudumu terk etmiş gibi. Her film yavan, her espri sıradan, her dram olağan geliyor. Bir süredir mutlu olmadığımın farkındaydım ama en son abimin herkesin güldüğü bir şey sırasında "sen neden gülmüyorsun" dediğinde verecek cevabımın olmadığı fark ettiğimde benim için durumun daha vahim olduğunu anladım. İşin ilginci bir tane hayatımın olduğunu, bundan en iyisini almam gerektiğinin farkında olmama rağmen hayattan alınacak iyi şeyler bulamam olsa gerek. Tamam özel hayatımda bir türlü istediğim şeyler olmuyor, aile içinde de ufak tefek problemlerim var ama bunların haricinde kendimi çok şanslı hissetmem gerektiğini de biliyorum. Görüyorum, okuyorum insanların nasıl problemleri var, nasıl da çaresizler. Ama bir şekilde o cefalı hayatlarında kısa sürelerde de olsa gözlerinden yaş gelene kadar eğlenmeyi, gülmeyi beceriyorlar. Eğlenmeyi becermenin ciddi ciddi Allah vergisi bir yetenek olduğunu düşünüyorum artık. Sonra buharlaşabilen bir yetenek olsa gerek. Etrafımdaki kişiler, hayatlar, olaylar aynıyken yaşamın tadının tuzunun kaçması başka nasıl açıklanabilir ki. Hayatımın hiçbir aşamasında mükemmeliyetçi olmadım. Masa üzerindeki dağınıklıktan rahatsız olurken bile idare etmesini becerdim. Şu anda bir his, bir duygu duymam için  mükemmeli yakalamam mı lazım bilmiyorum. Mükemmelin ne olduğunu bulmak lazım zaten öncesinde. Biliyorum insanlar depresyon diyecekler, rahat batıyor diyecekler, diyecekler de diyecekler. Ama en azından bir duyguyu insan yoğun bir şekilde yaşamaz mı ya? Ne bileyim üzülür ez azından. Şehirden uzaklaşmayı, en kötü ihtimal intihar etmeyi filan düşünür ama de mi? Yok, o da yok. Bu yazıyı üzüntümden mi, kaygımdan mı, korkumdan mı neden yayınlıyorum en ufak bir fikrim olmayacak. 

Bir şey olsun, bir duyguyu doyasıya yaşayayım, lütfen Allahım.

4.9.11

Diyalog

"Los Angelas'a taşınıyorum..." dedi.
"Orası yakınmış, daha uzağa gidemedin mi?" dedi diğeri.
Cevap vermedi.

"Bir ara kahve içelim." dedi.
"Los Angelas'ta mı?" dedi diğeri.
Cevap vermedi.

Ayrılık gibi bir şey olmuştu, birinin ağır yaralı olduğu kesindi.

26.8.11

Borders

No borders.

21.8.11

Mickey &Sylvia

İçinde diyalog olan şarkılar daha bi güzel mi oluyor ne?

18.8.11

Aslan Burcu Erkeğine Yapılmaması Gerekenler

Burçlara inandığımdan değil, sadece “olm bana bunu yapmayın yanarsınız bak!” demenin daha güzel yolunu bulamadığımdan bu başlığı seçtim.

Dünya nüfusunun yaklaşık 1/24’ünü oluşturan aslan burcu erkeklerinin hepsinin sanmıyorum ki kendisine yapılmasından nefret ettiği şeyler ortak olsun. Bu konuda haklı çıkmak isteyenlerin gazete köşelerinde ve/veya internet ortamında yapacakları yorumlar da tüm insanlığın kendisine yapılmasından nefret edeceği şeyleri birkaç kelime değiştirerek her bir burca uyarlamaktan öte bir şey değildir. “Anasına küfretmeyin bak affetmez” gibi genele söylenebilecek tespitleri temcit pilavı gibi önümüze sürüyorlar. Buradan sürekli burç yorumlarını okuduğum ya da günlük burç yorumuma göre yaşadığım sonucu çıkmasın. Zaten bir kere okuyan olayın saçmalığının farkına varır. Bir de ben yorumlara inanmıyorum da “yıldızların dizilişinin etkilediğini düşünüyorum” diyen bir güruh var. Şimdi sevgilisinden ayrılan erkeğin üzgün olmasının nedeni Jüpiter ile Mars’ın aynı çizgide değil de 23,13465 derece açıyla mı duyması? Daha bu işin yükseleni, çin’i filan da var ki oralara hiç girmiyorum.

Neyse konuyu dağıtmayayım daha fazla. Sözlüklerdeki aslan burcu erkeklerine yapılmaması gereken şeyler başlıklarını okudum. Bir aslan burcu erkeğinden kuyruk acısı olup nefretini kusanlar dışında hemen hemen herkesin ortak olduğu iki husus var. Birincisi; gurur, ikincisi; ego. Gururunu kırmayacakmışsınız! Kafasını kırın, ağzını burnunu dağıtın ama gururunu kırmayın. Tavsiye öyle yani. Gurur her insan için ne kadar önemliyse aslan burcu erkekleri için de o derece önemlidir. Gerekirse gururu için ömür boyu üzüleceği şeyleri de yapar, yeri gelir siktiri de çeker. Gitme der ama gidersen sensiz yapamam demez. Gururu içi yaşar, gurur için ölür. Gururunun kırıldığı noktada da affetmez. Affetse bile hiçbir zaman eskisi gibi olmaz, olamaz. Ormanın kralı lafını aslandan alıp leopara verirsen, aslan o ormanı terk eder. Mücadeleye tenezzül bile etmez. Ego olayı ise tamamen “overrated” bir durumdur aslan burcu erkeği için. İnsanın yakıtı moral ise, egonun biraz pohpohlanmasını her insan ister, istemeli. Aslan burcu erkeklerine egosu yüksek denildiği sürece de aslan burcu erkeklerinin egosu kabaracaktır, başka bir şey değil. Sağlıklı ego, narsisizm, ukalalık, kendini beğenmişlik gibi bir sürü ismi ve sınıflandırması varken, her burç da kendine bir tanesini alıyor. Bir burcun erkeğinin öyle olmasından değil, ego için bir sürü sınıflandırma olduğundan ve bir tanesinin bir burca düşme gereğinden ötürü aslan burcu erkeği aşırı egolu sanılır.  Yoksa gayet mütevazı ve iyi kalpli insanlarızdır. Yersen.

Yazılmamış olan ama bence olduğunu düşündüğüm şey ise hayal kırıklığına uğratmaktır. Gurur ile kısmen alakalı bir durum olsa da başlı başına aslan burcu erkeğine yapılmaması gerek şeylerden biridir hayal kırklığına uğratmak. Aslan burcu erkeği yaşadığı hayal kırıklığını asla unutmaz. Dolayısıyla tamam unuttum, önemli değil gibi şeyler söylese de çoğu zaman eskisi gibi olmayacaktır durum. Hepimiz insanız dolayısıyla hepimizin hayalleri kırılıyor, hepimiz başkalarının hayallerini kırıyoruz bunda bu kadar alınacak gocunacak ne var demeyin. Aslan burcu erkeğinin boşa harcanacak, hiçe sayılacak, hor görülecek hayali yoktur. Her hayal onun için kıymetlidir, gerçekleştirilmesi gereken bir hedeftir. Kırarsanız, büyük ihtimalle kırılırsınız. Böyle işte.

Burçlara inanmıyorum diyorsun ama yer yer kendi fikirleri tüm aslan burcu erkeklerine mal ediyorsun ne ayak diye soracak arkadaş, çok yaşa sen.

7.8.11

Bir Çocuk Hikayesi

Okul çıkışı futbol oynuyorduk. Ufuk Sarıca üçlükleri patır patır gönderdikçe takımımız birer birer eksiliyor, futbol takımımız kan kaybediyordu her hafta. Kaleye o hafta sağ açık oynayan Ali'nin kız kardeşi geçmişti. Futbolcu kartlarımızla oyun oynarken birkaç kez dedikodusunu yapmıştık. Erkek Fatma olduğunu söyleyip abisinden daha iyi oynayacağını iddia edenler bile olmuştu. İnanmamıştım tabi, futbol sekiz yaşınızda bile olsanız erkek oyunudur. 

Penaltı oldu. Topun başında ben varım, kalede de gözüm kapalı vursam tutamaz dediğim Ali'nin kız kardeşi. Fazla gerilmedim. Sağ ayağımın içiyle topu kalecinin soluna plase ile gönderdim. Ben gol sevincime hazırlanıyor, parmağımı Tanju gibi kaldırıp koşmaya hazırlanıyorken, soluna bir adım attı ve topu tuttu. Çarpım tablosundan sonra hayatımda bildiğime emin olduğum ikinci şey onun hayatımın kadını olduğuydu.

Çarpım tablosundan çok çektim, o gün sonu aynı olmaz inşallah diye düşünmüştüm. Dayım, çocukları, yengem; diğer dayım, çocukları, yengem; amcam, yengem, çocukları; halam, eniştem, çocukları; teyzem, eniştem, çocukları... Ne zaman beni görseler "bu çocuk çarpım tablosunu ezbere biliyor, soralım" deyip sağlı sollu girişiyorlardı. Bazen abartıp iki basamaklı sayıların çarpımlarını bile soruyorlardı. Babam ailenin en küçüğüymüş. Annem de öyle. Ben doğana kadar sülale bir ise olmuş üç. Anlayacağınız kabak bana patladı anasını satayım. Ben de ailenin en küçüğüyüm. Bana çarpım tablosu soranların içinden sonra doktor çıkanlar da oldu. Tek tesellim o.

Hafta sonu yan mahalle ile maçımız vardı. Ali'nin kız kardeşi bizim kaleyi koruyordu. Başarılı olacaksam arkamda o olmalıydı. Maçı 6-5 kaybettik. Aynı sınıfta okuduğum, matematikten hiç çakmayan, yan mahallenin forveti Hüseyin üç gol atmıştı. Son golde Ali'nin kız kardeşi hatalıydı. Her başarılı erkeğin arkasında iyi bir kaleci vardır. İlk kavgamızı bu yüzden yaptık. Daha sonra anlayacaktım ki çarpım tablosunun onun sol ayağına karşı şansı Monaco kalecisinin Prekazi'ye karşı olan şansıyla aynıydı.

Sonra ayrıldık. Hayatımın kadını ile bir haftadan biraz daha fazla bir süre birlikte oldum. Üstelik sekiz yaşındaydım. Daha sonra öğrendim ki Hüseyin ile birliktelermiş. Zaten o da ailenin en küçüğüydü, doğacak çocuklarıma yaşadıklarımın aynısını yaşatamazdım. Zaten son golü de bilerek yemişti, haklıydım biliyorum.

***

http://www.formspring.me/fermiyon/q/224288678883651280

5.8.11

Sway

4.8.11

Einstein Hakkında "Olabilir"

Kendisine karşı herhangi bir çekememezliğim bulunmamasına rağmen sevmediğimi biliyorsunuz. Zamanında çok çektirmişti belki de ondandır.

Fiziğin en büyük özelliklerinden biri de devamlılığın olmasıdır. Birinin bıraktığı yerden bir başkası bayrağı devralır. Bazen yarım olduğuna kanaat getirir ve üstüne ekler. Aslında bu sürekli olması bakımıyla modern fiziğin kesikli kuramına çok güzel ironi oluşturur. İşte Einstein’ın diğer fizikçilerden en büyük farkı buydu. Yarım kalan, bitirilmemiş ne varsa toplayıp üzerine gitmekti. Fikir adamıydı. Teorik fizikçi olmak için en gerekli olan koşula sahipti. En büyük şansı ise tüm zamanların en iyi fizikçileri sayılan Planck (Ki onun hayat hikayesi daha dramatiktir.), Bohr, De Broglie, Schrödinger, Heisenberg ve nice adı şimdi aklıma gelmeyen bilim adamıyla aynı yılları paylaşmasıdır Aslında bilimin de bir ekip işi olduğunun en güzel örneğidir bu. Özellikle de teorik fizik ve deneysel fizik ekip olmalıdır.

Ama Einstein’ı diğer fizikçilerden ve bilim adamlarından ayıran en temel özelliği çok yönlü olmasıdır. Fizik ve matematik bilgisinin yanı sıra özlü söz üretmesiyle de meşhurdur. Özel hayatı ise çok hızlıdır. Özellikle de Asperger sendromu hastası olduğunu düşünürsek bu çok yönlülüğü şaşırtıcıdır. İki evlilik yapan Einstein ilk karısıyla hamile olması nedeniyle evlenmiştir. Daha sonra ise öz kuzeni ile evlenmiştir. Arada birçok ünlü ile ilişkisi olduğu biliniyor. Bunlardan biri de Sovyetler Birliği ajanıdır. Aslında bu siyasi görüşünü de açıklamaktadır. Komünist görüşe fazlasıyla saygı duyan biridir Einstein. Ama onun siyasi görüşünü yönlendiren en temel içgüdü doğuşundan kimliğinde yazılı olan Musevi etiketidir. Sovyetler Birliğinin Yahudiler için yaptığı açıklamaları beğenmemesi, bu ülkeye sevgi beslemesine engel olmuştur.

Tüm zamanların en iyi fizikçisi kabul edilen Einstein ile tüm zamanların hakkı en çok yenen bilim adamı sayılan Tesla’nın hayatları dolaylı yollardan da olsa kesişiyor. Einstein’ın babası bir doğru akım şirketinde çalışmaktaydı. Alternatif akımı bulan Tesla, o zaman doğru akım ile iş yapan birçok şirketin batmasına yol açmıştı. Bunlardan nasibini alan bir şirket de Einstein’ın babasının çalıştığı şirketti. Daha sonra ailesi taşınmak zorunda kalacak ama Einstein taşınmayacaktı.

Tesla, kadınlara birlikte bir fincan kahve içecek kadar bile zaman ayırmazdı. Bunun zaman kaybı olduğunu düşünürdü. Durum böyleyken Einstein’ın kadınlara olan zaafı ve düşkünlüğü şaşırtıcıdır. Burada ömrü boyunca uyumaya dört saat ayıran insanlardan bahsediyorum. Hangisi doğru yapmıştı, nasıl bir kariyeri geride bırakmışlar yorumu size bırakıyorum.

Einstein’ın çocukluk ve yaşlılık dönemleri başarısızlıkla doludur. Okumayı geç söken, derslerinden düşük notlar alan ve okulu hiçbir zaman sevmeyen bir çocuk Einstein. Ömrünün son çeyreğini de dört temel etkileşimi bir yasa altında toplayacak olan “theory of everything”i bulmak için ziyan etmiştir. Kütleçekim kuvvetini elektromanyetik, güçlü ve zayıf etkileşimle bağdaştıracak bir formül için uğraşıp başarısız olmuştur. Günümüzde uğruna milyon dolarlar harcanmasına rağmen açıklığa kavuşturulmamış bir uğraş bu (Çözüme en yakın teori şu an için String Teorisi gözükmekte.).

1905 yılı ise tek kelimeyle Einstein’ın yılıdır (2005 dünya fizik yılı). Enerji ile kütleyi bağdaştıran meşhur e=mc^2 (Özel Görelilik Kuramı) başta olmak üzere yayınladığı makaleler bir devri kapatırken, modern fiziğin kapılarını açıyordu. Işıktan “parçacık” olarak bahseden Einstein, fotoelektrik deneyinin sonuçlarını yorumlasa bile anlatmakta güçlük çekiyordu. Meşhur sözü olan “beni herkes seviyor ama kimse anlamıyor” sözünü de bunun için söylemiştir. 1919 yılında “compton saçılma deneyi” ile fotoelektrik olay da açığa kavuşuyor (Deneysel fizik ve Teorik fizik bağlantısı için şahane bir örnektir.) ve Einstein çalışmaları için 1921 yılında yaklaşık 16 yıl sonra Nobel alıyordu. Daha sonra “parçacık” yerine “photon”, enerji taşıyan ışık parçacığı, kullanılacaktı.

Ayakkabı ile birlikte çorap giymeyen, ne giyeyim diye düşünüp vakit kaybetmemek için bütün takım elbiselerini aynı renk seçen, telepatinin varlığını kabul edip bunun için deneylere katılan, annesinden gelen müzik genlerini taşıyan, beyni hala muhafaza edilen bu olağandışı kişilik, Einstein, süperiletkenlik, karadelikler gibi konularda da başarısız çalışmalar yapmıştır. Bu konuların günümüzün popüler konuları olması ise dikkat çekicidir. Onun haricinde Heisenberg’in bazı çalışmalarına ve kuantum fiziğindeki belirsizlik kavramı için karşıt görüşler sunmuş ama sonra yanıldığını kabullenmiştir. “Tanrı zar atmaz” diyerek belirsizliğin olamayacağını şiddetle savunmuştur. Onun determinist yaklaşımı ve kişiliği bu kez onu başarısız kılmıştı. Belirsizlik, kuantum fiziğinin en karakteristik özelliğidir günümüzde.

İnsanoğlunun ne kadar açgözlü olduğunu ve ne kadar tehlikeli olabileceğini geç tahmin etmesi, atom bombasının temellerini atması ise kariyerindeki en büyük başarısızlıktır. Savaşın ve yoksulluğun tavan yaptığı bir dönemde, siyasi kararların bir ırkı, bir ulusu yok etmeye vardığı ortamda, fiziğin zirvesinin yaşanmış olması ise bir tesadüf müdür yoksa zorunluluk mudur tartışmaya çok açıktır. Ama kesin olan bir şey varsa bu çok büyük talihsizliktir.

Fizikçilere yazık oluyor, hem de çok.

Ölmeden önce çekilen masasının son hali. Tahtada da tensörlerle yapılan işlemler var. Emin olmamakla birlikte "theory of everything" hakkında olduğunu söyleyebilirim.

27.7.11

Filmlerin Az Bilinen Yüzleri - Afişler 2

26.7.11

Geleneksel Hayat Tespitleri #9 - İnsan Ayrılan Hayvandır

İnsanın hayatında, her şeyin yolunda gittiğini sandığı anlar vardır.

Dublörün Dilemması'ndan fırlamış gibi duran bu cümle, mutlu günleri anlatırken, kaçınılmaz bir hayal kırıklığının da habercisidir. İnsanın başına ne geliyorsa tedbirsizlikten gelir. İşte durumun böyle olmasına rağmen zamanın akışını kapılıp tedbiri elden bıraktığı, her şeyin yolunda gittiğini sandığı bi anda kaçınılmaz olan şey olur. İnsan üzülür! 

Her şeyi kontrol edemiyoruz. Kocaman bir evrensel kümede zaman zaman bizim hayatlarımızla kesişen insanları oluyor. Bir şekilde hayatlarımıza giriyorlar; bazıları neşe katıyor, bazıları mutluluk katıyor, bazıları hiçbir iz bırakamıyor. Biliyoruz ki mutluluk katanlar aynı zamanda mutsuz etme potansiyeli en yüksek kişiler oluveriyor. 

Her umut sonrası hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Mutluluk, mutsuzluğun manyetik zıt kutbudur; iki kutup arasında duygu alan çizgileri bulunur. Tek duygusal kutup elde edilemez. Umut etmeyen, hayal kurmayan insanın üzüleceği tek husus umut etmemesidir.

İnsanoğluna hayvan demiyorum. Hep ayrılır da demiyorum. Hayvana en çok yakınsadığımız anların ayrılık sonraları olduğunu iddia ediyorum. Birinden, bir yerden, bir işten, bir siteden, en sevdiğinden... Harbiden insan neden bu kadar çok ayrılır?

Cem Karaca "Doğarken ağladı insan / bu son olsun bu son." derken fazla iyimsermiş. Fazla iyimserlik de bir yerden sonra tıpkı fazla karamsarlık gibi ancak şarkı sözü olabiliyor. Gerçekler daha ılımlı ve umut verici sadece.

Hayat hep devam eder.

27.6.11

2 Kadın / 1 Erkek

Dün, saate baktım da önceki gün olmuş artık, abimin imam nikahı kıyıldı. Ben de ilk defa bir imam nikahı sürecinin içinde aktif olarak bulundum. Aslında akşam olana dek hiç haberim bile yoktu böyle bir şeyden ama gece olduğunda nikahın şahidi bile olmuştum. Neyse, kendimden ya da günden bahsetmeyeceğim. Sadece Allah herkese nasip etsin deyip asıl bahsetmek istediğim konuya geleyim.

İmam nikahı kıyılırken şahit gerekiyor, resmi nikah gibi. En az bir devrik cümle kadar anlaşılır burası. Asıl ilginç olan ise şahit olmak için bir erkek yeterliyken, kadın şahit için iki kişinin gerekmesi. Bu durumun nasıl çarpık anlamaya uygun olduğunun imam da farkında olacak ki neden iki kadın gerektiğini açıkladı. 

"İki kadın = bir erkek değil tabii ki. Kadınların yaratılışı dedikodu yapmaya, lafı çevirmeye, laf yetiştirmeye müsait .Bu yüzden biri böyle bir şey yaparsa diğeri hayır bu böyle değil diyebilsin diye."

Şimdi dinde mantık aranmaz. Dine öylece inanırsın, mantıklı bir çözüm bulamadığımızda da zaten oraya sığınırız. İslama kadına bakışını yorumlayacak kadar hakim de değilim ama ortada mantıklı olmayan bir şeyler de var. Böyle bir şeye tanık olmayı beklemiyordum. Yorumu size bırakıyorum.

Hee bi de kadın, kocasının şununla görüşmeyeceksin dediğiyle görüşmemekle yükümlüymüş, haberiniz olsun. Ayağınızı denk alın! =)

20.6.11

Rüya Tarifi

 

10.6.11

Farklı Olmaya Çabalama

Birinci sınıf matematiği olan calculus dersindeyiz. Sınıf onlarca öğrenci ile dolu. Hocamız tahtaya birbirinin kopyası iki çizgi çiziyor. Sonra bir soru yöneltiyor:

“Bu iki çizgi nasıl?”

Bütün sınıf ağız birliği yapmışcasına cevaplıyor:

“Eşit hocam!”

Hocamızın yüzünde hafif bir tebessüm başını sallıyor. Ekliyor; "bunlar benzer çizgiler, hiçbir zaman eşit olmadılar. Nasıl buradaki herkes aynı şartlarda dersi dinlemesine rağmen farklı notlar alacaksa, bu çizgiler de görünüşte aynı olmalarına rağmen en fazla göz yanıltıcı bir benzerlikten öte değillerdir. Başkası tarafından şekillendiren hiçbir şey asla diğerine eşit olamaz."

Farklı olmak; milyonlarca yıllık adaptasyon zincirini kırmak, doğal seçilimde ilk kurban olabilmek. Bir bakış, bir duruş, bir söyleyiş, bir fikir, bir susuş, fark yaratmak için varsayılan yöntemler. Farklı olmaya çalışmanın sıradanlaşması, farklı olmanın sıradanlaştığını düşünmenin sıradanlaşması. Zamanla bunun da sıradanlaşacak olması. Fark yaratmak ve sıradan olmanın esasında bir süre yarışı olması. Öten bir korno ve anons geliyor.

“Bayım an itibariyle sıradanlaşmış bulunmaktasınız,  lütfen farklı şeyler deneyin!”



“Kimse sevmiyor bu herifi, ben seveyim.”, “herkes aynı takımı tutuyor, ben diğerini tutayım.”, “erotik şeyleri yazıp paylaşmak etik görülmüyor, ben yazayım.”. Dıııııtttt şu anda fark yaratmış bulunmaktasınız, eğer fark yaratmanın bunlar olduğunu düşünüyorsanız. Çok farklı bir insan olarak, olduğu gibi davranmayı bırakıp aykırılığın göz alan cazibesine kapıldığınız için an itibariyle farklı bir insansınız. Sıradan insan sürüsüne “benim farkım bu, üstü kalsın” deme hakkını kazandınız, egonuzu şişirebilirsiniz.

Parçası olduğunuz bir topluluğun, toplumun, sınıfın, grubun, adına ne derseniz deyin, hatalarının farkına varıp ses yükseltmek, bunun sizi farklı kıldığını düşünmek. Şimdiye dek ayak uydurduğunuz, sistem bu yapacak bir şey yok dediğiniz ama artık şikayetçi olduğunuz durum. Dııııttt gözünüz aydın, fark yaratanlarla dolu sistemden şu anda çıkmış bulunmaktasınız. Kendinize tekrardan hoşgeldiniz.

Oysa öyle mi? Her insan daha yaratılırken farklı yaratılıyor. Hepimizin farklı parmak izleri, farklı hayatları, farklı arkadaş çevresi, farklı ailesi var. Bakışlarımız bile farklı. Fark yaratmak için tek gerekli olan insanın kendisinin ne olduğunu, neleri yapabileceğini, neleri yapamayacağını bilmesidir. Olduğumuz kişiler fark yaratır. Olmaya çalıştığımız kişiler binlerce kişinin taklididir, fotokopisidir.

Bol yüklemli, bol göndermeli, yer yer özeleştirili, farklı bir yazı.

“Uçtuğunu sanırsın
ama hep aynı yerdesindir…”

19.5.11

Set Fire to the Rain

Birkaç gündür bu şarkıyı manyak gibi dinlemekten kendimi alıkoyamıyorum.

16.5.11

Sansüre Karşı Yürüyüş - Kızılcahamam

15 Mayıs 2011 yurt genelinde "sansüre karşı hayır", "internetime dokunma" eylemi olarak geçirildi. Biz de 4 kişi olarak, bu eylem kapsamında Kızılcıhamam'dan Çamlıdere'ye yürüme kararı aldık. Bir nevi eylemlerin Kızılcahamam ayağıydık. Katılımın bu kadar az olması bizi çok üzdü (!), ama yine de amacımızdan uzaklaşmadan gerekli yürüyüşü yaptık. Hatta baktım şöyle bir, yurt genelinde en uzun yürüyüşü biz yapmışız. 10 km'yi aşan bir yürüyüş bu. Hem öyle şehir merkezinde de değil, çamların arasındaki patikalarda yapılmış bir eylem. Zaten şehir merkezinde eylem yapanları hiç anlamıyorum. Gelin kırsalda yapın, hem bakın öyle göt kadar yerde halay çekeceğiz diye kasmanıza da gerek yok, kocaman yaylalar sizi bekliyor. Polisler üzerinize saldırdığında kaçacak dolu yer, arkasına saklanılacak dolu ağaç var. Atacak taş kalmamış derdi diye de bir şey zaten yok.

Yürüyüşümüzdeki tek sorun televizyon kanallarının yeterli ilgiyi göstermemiş olmasıydı. Baktık bizi çeken tv kanalı yok, biz de kendi kameramızla kendimizi çektik. Bu sorunu da böyle hallettik.

Başka eylemlerimizde görüşmek üzere, internetsiz kalmayın, esen kalın.

Tehdit

Bildiğiniz üzere blogger geçenlerde bozulmuştu. Önce hiç açılmıyordu, sonra bilmem kaç saat içinde yazılan yazıları sildiler, sonra da bunları geri yükleyip düzeldik mesajı verdiler. Benim de son yazım olan "Gereksiz Eşyalarım"ı silmişlerdi, sonra geri yüklediler. Buraya kadar her şey normal. Ama yazılan yorumları geri yüklemediler. Ben de böyle şeylere sinir olup, bu ortamlardan çabuk nefret eden biriyim. Msn örneği var gün gibi ortada sonuçta.

Bak blogger ayağını denk al, bir gece ansızın 2- wordpress, 3- tumblr olur, ne olduğunu bile anlamazsın.

11.5.11

Gereksiz Eşyalarım

Çoğunuzun bildiği üzere gerek insan kalabalığından gerekse de eşya kalabalığından köşe bucak kaçan biriyim. Bir eşyanın gerekli olup olmaması çok göreceli bir kavram, insanlar için de belki aynısı denebilir. İşte böyle bir durumda neden odamda durduğunu anlamadığım ama gereksiz görüp atmaya da kıyamadığım birkaç eşyamdan bahsedeceğim. Eşyaların dedikodusu olur mu? Bilmem, tartışmaya açık bir durum.

Şüphesiz ki neden durduğuna anlam veremediklerimin en başında gelen eski radyodur. 60 cm uzunluğunda, 30 cm yüksekliğinde ve 20 cm derinliğinde olan eski mi eski bir radyo. Kitaplığımın en tepesinde tavana en yakın noktada arzı endam etmekte. O kadar eski ki sadece TRT radyo çıkıyor. Fm yayını yok, sadece uzun dalga frekansları yakalayabiliyor. Köydeki versiyonu Gürcistan radyosunu çekiyordu mesela. Küçüklüğümde TRT’nin maç yayınlarını defalarca dinlemişliğim var aslında, anısı da yok değil. Zaman en çok da elektronik eşyalara mı kötü davranıyor ne?

Hemen radyonun yanında devasa bir ahşap gemi durmakta. 1 m’ye 1 m var herhalde. Ledlerle ışıklandırılmış üstelik ama hayatımda bir kere bile kullanmadım, kullanacağımı da sanmıyorum. Hafiften korsan gemisine benziyor, özellikle de The Black Pearl’e. Bu gemi yapıldığı vakitlerde film henüz vizyonda değildi o yüzden güzel bir tesadüften ibaret olsa gerek. Titanic gibi bacalı değil yani. Önünde (Pruva?) küçük bir yunus var.  3 yelkeni var, en tepede de ufak bir Türk bayrağı. O kadar kullanışsız ki, alıp suya koysam muhtemelen batar. Niye duruyor, bilmiyorum.

Bir diğeri de maket helikopter. Fazla büyük bir şey değil, 20 cm ya var ya yok. Sanırım kobra, süper kobra da olabilir, aralarındaki farkı ayırt edemiyorum. Üstelik buna epeyi para da vermiştim. Böyle alıyorsun, kendin yapıştırıyorsun da hazır hale geliyor ya öyle bir şeydi. Bir ara epeyi boş zamanım varmış demek ki. Füzeleri filan hepsi yerli yerinde, sanki savaş çıksa operasyona gidecekmiş gibi duruyor. Bana doğru dönük üstelik, şeytan doldurabiliyorsa bunu doldursun hadi?!

Bunu yazmakla yazmamak arasında kaldım; ama sonucu biliyorsunuz artık. Ayşe Kulin’e ait Umut kitabı. Geçenlerde ikizimin elinde görüp “Ne başımıza feminist mi kesileceksin?!” demiştim, bitirip gıcıklığına masaya koymuş. Okumamı bekliyor belli ki, ahaha bu komikti işte. Kapağına baktım sadece, bir adam ile bir kadın samimi sayılacak bir şekilde oturuyorlar. Adamı da ilk görüşte Mr. Bean’e benzettim zaten, öyle itici bir tip, neyse. Kadın da bilirsiniz işte “Lady in red” kıvamında bir kırmızı elbise giymiş, gideri var yani (Öğğ). Neyse asıl dikkatimi çeken şeye geleyim, Umut yazısının altında şöyle bir şey yazıyor: “Hayat Akan Bir Sudur”. Allah aşkına ne bu şimdi? Sonuna da üç nokta koysa tam olacak yani, yok yok iki nokta hatta. Akan su nedir? Daha kapağında kaybeden bir kitap. Okumadan geri kardeşime de veremiyorum, ne yapacağım bu kitapla bilmiyorum. Hayat akan bir suymuş hey Allahım. Heee her şey su zaten de mi sevgili kaybedenler kulübü üyeleri? Ne suymuş arkadaş.

Sıkıcı bir yazı olmuş olabilir, ama emin olun ki şu anki havadan daha sıkıcı değildir. Bu ne lan iyice Menzoberranzan’a döndü Ankara.

4.5.11

Kaybedenler Kulübü

Baştan uyarayım, filmi daha önce izlememiş olup içerik bilgisi okumaktan rahatsız olacak varsa bu yazıyı okumasın.

Teyzem vefat ettiğinden beri izlediğim Türk filmlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Gora, Eyyvah Eyvah, Nefes, sayabildiklerim bunlar. Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Issız Adam gibi onlarca ses getiren filmi izlemedim. Bunlara Fatih Akın’ın filmlerini de ekleyebilirsiniz. İyi mi yapıyorum bilmiyorum, ama yanlış yapmıyorum en azından. Durum böyleyken Kaybedenler Kulübü’nü izledim bugün.

Bu filmin neredeyse ikinci bir “Fight Club” etkisi yaratmış olması izlemeye karar verme sebeplerinin başında geliyor. “Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı, dövüş kulübü hakkında kimseye bahsetmemektir” gibi bir temele dayanıyor film aslında. “Kaybedenler Kulübü’ne hoş geldiniz, sizinle daha önce yattık mı?”. Şunu anlatmak istiyorum son zamanlarda izlediğim en maskülen filmdi. Ağırlıklı olarak dram izlediğim bir dönemde filmlerin kadın ağırlıklı olması gayet normal, o yüzden bu film izlediğim filmlerden bu yönüyle ayrılıyor. 



Kaan (Nejat İşler) ve Mete (Yiğit Özşener) üzerine kurulu bir film. İki kafadar arkadaş olan Kaan ve Mete birlikte radyo programı yapıyorlar. Programın adı da Kaybedenler Kulübü. Açıkçası burada konuşulanlar oldukça baydı beni, insanlar bunlara tapıyor çok ilginç. Bir arkadaşım gelip bu muhabbetle başlasa -en kibar ifadeyle- “git bi çay koy” derim. Filmin belki de en olmamış noktası da bu aslında. Kaybeden (doğuştan loser) olarak lanse edilen bu ikili nasıl kaybeden diye şaşkınlıkla izliyorsunuz. Her gün bir başka güzelle gününü gün eden ikiliyi “kaybeden” olarak kabullenmekte zorluk çektim film boyunca. “E bunlar kaybedense biz neyiz lan” diye düşünmüyor değil insan. Kim yazmıştı hatırlamıyorum ama çok hoşuma giden bir söz var bunun hakkında, şöyle bir şeydi: “Gerçek kaybedenin kulübü olmaz…”.Yönetmen de bunu fark etmiş olacak ki radyo programına telefonla katılanların hikayelerini gerçekten acıklı yapmış. “Ölmeyi düşünüyordum, sizi dinlerken ölmeyi unuttum” diyen Pendikli ressam abimizin hikayesi kaybedenler kulübüne yakışacak cinstendi.

Kaan ve Zeynep (Ahu Türkpençe) arasındaki tüm o aşk, ayrılık ve romantizm sırasında, benim daha filmin başında fark ettiğim ve Zeynep’in tek cümle ile arada geçiştirdiği bir husus gözlerden kaçıyor. Kaan ve Mete oldukça donanımlı insanlar. Film sırasında da anlıyoruz ki kaybeden olmak aslında onların tercihleri. Biz böyleyiz ne yapalım diye bir kabullenmişlikleri var. Filmin sonunda da Kaan, Mete ve Murat (Rıza Kocaoğlu) her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözünün doğruluğunu uygulamalı gösteriyorlar. Zeynep’i kaybeden Kaan, anne desteği alan Mete ve filme nereden girip nereden çıktığı belli olmayan sevgilisinden ayrılan Murat hayatlarını düzene sokma kararı alıyorlar. Radyo programı bitiyor, film bitiyor.

Filmde dikkatimi çeken birkaç şeyi daha yazayım. Film boyunca “o kadar yalnızız ki” mesajı verilip duruyor. Açıkçası hiçbiri yalnız değildi. Radyo programını bile en iyi arkadaşınla sunuyorsun sonuçta, bu yüzden mesaj çok havada durdu. Bir diğeri de Zeynep, Kaan’a gelip “Gitme dersen gitmem” dediği sahne. Hiçbir kadın gelip doğrudan “Gitme dersen gitmem” demez, yediremezsiniz bunu. Tamam belki ima eder ama kadın tabiatını az çok biliyoruz, değil mi? Git de lan diye bekledim, ses çıkarmadı. Sonuç aynı oldu. Üç şıkkın ikisi aynı aslında. Sonuncusu da filmin müzikleri milyon kere denildiği üzere çok güzel. Mfö - yalnızlık ömür boyu çalmaya başladığında biraz kıskandım ama. Bu şarkı çok sevdiğim şarkılardan biri, herkes tarafından bilinir hale gelmesini istemezdim. Neyse, daha çok güzel şarkıları var onlarla yetinirim artık.

Neticede filmi beğendim. Ne öyle başyapıt denilecek kadar güzel, ne de yerin dibine sokulacak kadar kötüydü. Ayırdığım vakti boşa geçirmiş gibi hissetmediğim sürece o film benim için güzeldir. Bu da öyle bir film. Nejat İşler’i ve Ahu Türkpençe’yi hiç beğenmem, dolayısıyla da sevmem. Yiğit Özşener’i ve bu filmde ufak rolleri olan İdil Fırat ile Rıza Kocaoğlu’nu ise çok beğenirim ve severim. Böylesi karışık bir oyuncu kadrosuyla yönetmen Tolga Örnek iyi iş çıkartmış açıkçası.

3.5.11

Be Near Me


be near me when my light is low,
when the blood creeps, and the nerves prick
and tingle; and the heart is sick,
and all the wheels of being slow.

be near me when the sensuous frame
is rack'd with pangs that conquer trust;
and time, a maniac scattering dust,
and life, a fury slinging flame.

be near me when my faith is dry,
and men the flies of latter spring,
that lay their eggs, and sting and sing
and weave their petty cells and die.

be near me when i fade away,
to point the term of human strife,
and on the low dark verge of life
the twilight of eternal day.

Not: the Devil's Backbone filminden. Dr. Cacares karşılık beklemeksizin çok sevdiği Carmen'in ölümünü izlerken in memoriam a.h.h şiirinden bu mısraları söylüyor. Pan's Labyrinth filminin yönetmeninin elinden çıkmış, gerilim ve dramın çok güzel harmanlandığı bir film olduğunu da hatırlatayım.

25.4.11

Geleneksel Hayat Tespitleri #8 - Anlamı Olmayan Sabah

Bir sabah uyandığınızda birkaç senedir icra ettiğiniz mesleği yapmak için kendinizi motive etmekte zorlanırken bulursunuz. Aynı sabahı binlerce kez yaşamışsınızdır, ama o sabah artık pes etmişliği gözünüzün kenarındaki çapaklara kadar hissedersiniz. Belki insanların yaptıklarınıza, yazdıklarınıza veya yapmadıklarınıza karşı olan vurdumduymazlığı, belki de etrafınızda gördüğünüz, sizin hobilerinizi meslek edinip bundan para kazanan insanların verdiği haset ve kahır bunun sebebidir.

O sabah uyandıktan sonra birkaç dakika gözünüzü kırpmadan ya da kırptığınızı fark etmeden sabit bir noktaya bakarsınız. Muhtemelen de pencereden dışarıya. Bir şey düşünmezsiniz, eğer bakmak görmek sayılmıyorsa tabi. Aslında hayat fludur. Tam o sırada anneniz gelip oğlum/kızım işe geç kalacaksın diyerek hayatı çok net bir hale getirir; para kazanmak zorundasındır.

Para kazanma motivasyonuyla bir insan kaç gün daha böyle bir sabaha katlanabilir ki? İnsanlar sevdikleri mesleklerden niye soğutulur ki?

14.4.11

Özgürlük - Mutluluk İkilemi

Baştan uyarayım bu yazı ağır içerik bilgisi barındıracak. İçerik bilgisi var diye yazıyı okumamazlık yaparsanız da ağır alınırım =)

Choose Life. Choose a job. Choose a career. Choose a family. Choose a fucking big television, choose washing machines, cars, compact disc players and electrical tin openers. Choose good health, low cholesterol, and dental insurance. Choose fixed interest mortgage repayments. Choose a starter home. Choose your friends. Choose leisurewear and matching luggage. Choose a three-piece suit on hire purchase in a range of fucking fabrics. Choose DIY and wondering who the fuck you are on Sunday morning. Choose sitting on that couch watching mind-numbing, spirit-crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. Choose rotting away at the end of it all, pissing your last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked up brats you spawned to replace yourselves. Choose your future. Choose life... But why would I want to do a thing like that? I chose not to choose life. I chose somethin' else. And the reasons? There are no reasons. Who needs reasons when you've got heroin?

İnsanoğlu açgözlü. Nasıl bir inek doyduğunu ya da bir at yorulduğunu anlamaz ve çatlayana kadar bunları yapmaktan kendini alıkoyamazsa insanın da gözü doymaz. Araban mı var, aynı işi görecek daha modernini istersin. Akşam yemeğinde üç çeşit yemek mi yiyorsun, fazla geleceğini, çöpe döküleceğini bilir ama yine de dört çeşit istersin. Paran mı var, trilyonluk servetine bir milyon daha katmak için kravatına kadar kuşanır o ihaleden bu ihaleye koşarsın. Güzel/Yakışıklı bir sevgilin mi var, daha güzelini/yakışıklısını buldun mu arkana dönüp bakmazsın bile.

Üstelik tüm bunları yaparken doğruyu yaptığımızı sanırız. Fight Club filminin onlarca güzel cümlesinden iki tanesi var ki diğerlerinden ayrılıyor, başka bir kategoriye giriyor. Farklı anlarda geçmelerine rağmen aynı şeyleri anlatıyorlar aslında.

It's only after we've lost everything that we're free to do anything.
The things you own end up owning you.

Nesnelere karşı olan doyumsuzluğumuz aslında bizim hayatımızın özeti. Çoğumuz için de ne yazık ki hayatın anlamı. Hayatın anlamını uzaklarda aramaya gerek yok, aynı evde üç adet televizyon barındıran biri için cevap çok basittir. Eşya, eşya, daha fazla eşya.

İnto the Wild filmini izleyenler hatırlayacaktır, iyi kötü arabası varken hediye olarak daha iyi bir araba hediye eden ebeveynlerini geri çevirmişti. Daha sonradan da sırt çantasını alıp tüm eşyalardan ve insanlardan uzak özgürlüğü bulmaya çıkmıştı. Alaska’ya kadar gitmiş ve mutlak özgürlüğün ne olduğunu hepimize göstermişti. Ama ölmeden hemen önce fark ettiği bir şey vardı ki hayatın nasıl ikilem üzerine kurulu olduğunu özetliyordu. Mutluluk paylaşıldığında vardı! Bir tarafta mutlak özgürlük, diğer tarafta mutluluk. Sahip olduğumuz her şey bizi mutlu yapmak içinken, özgürlüğümüzden fedakarlık yapıyoruz aslında. Daha iyi vakit geçirmek için daha büyük ekran televizyon alıyoruz ama sonuç olarak televizyon başında daha fazla zaman geçiriyoruz.

Asıl sormak istediğim soruya gelirsek; bir kuşa özgürlük kanatlar ile verilmişken, bir insan için özgürlük vaadi ne olabilir ki?

The truth is that I'm a bad person. But, that's gonna change - I'm going to change. This is the last of that sort of thing. Now I'm cleaning up and I'm moving on, going straight and choosing life. I'm looking forward to it already. I'm gonna be just like you. The job, the family, the fucking big television. The washing machine, the car, the compact disc and electric tin opener, good health, low cholesterol, dental insurance, mortgage, starter home, leisure wear, luggage, three piece suite, DIY, game shows, junk food, children, walks in the park, nine to five, good at golf, washing the car, choice of sweaters, family Christmas, indexed pension, tax exemption, clearing gutters, getting by, looking ahead, the day you die. [Trainspotting]


You think you have to want
more than you need
until you have it all you won't be free.

Alıntıları orijinal halleri daha anlamlı geldiği için bilerek İngilizce bıraktım. İsteyen, yok ben İngilizce anlamam diyen varsa kendisini buraya alalım.

5.4.11

Filmlerin Öğrettikleri - #1

Hayatınızı düzene sokmak istiyorsanız hapishaneler tam aradığınız şey.

Hapishane sonrası başınıza gelecek üç farklı seçenek vardır. Birincisi; girmeden önce olduğunuz kişi her kimse yerini çok daha ılımlı, muhtemelen daha dindar ve daha farkında biri alır. Bunun en meşhur örneği ırkçı olan ve siyahi birini öldürüp içeriye giren Derik'in (Edward Norton), hapishaneden çıktıktan sonra kardeşinin de aynı batağa düşmemesi için çabalamasını anlatan American History X filmidir. Yine Cemetery Junction filmindeki Tom'un içinde ansızın beliren baba sevgisi buna güzel bir örnektir. The Fighter böyle bir etkiye maruz kalan birinin hayatının anlatıldığı son izlediğim filmdi. İkincisi; ne kadar suçsuz olarak içeriye girseniz ve ne kadar ezik olursanız hapishaneden mafya patronu ya da dünyanın en sinsi insanı olarak çıkma olasılığınız artar. Bunun en bilinen örneği elbette ki Esaretin Bedeli'dir. Andy'nin hapishanedeki ilk yıllarındaki ezikliğini düşünün, çıktığında olduğu kişiyi düşünün. Hapishane belli ki çok yarıyor. Üçüncüsü; hapishanede yarı tanrı olursunuz. Çıktığınızda önünüze geleni yere serer, mermilerden kaçar, polisleri kolaylıkla atlatır, intikamınızı alırken kimse önünüzde duramaz. Bilinen en büyük film klişelerinden biridir zaten bu. Şişmanın en erken ölmesi gibi. Bununla ilgili en son izlediğim film Faster'dı mesela. Abisinin intikamını almak için liste hazırlayan çok kaslı kahramanımız Driver, sokakları kan gölüne çevirirken polisleri de atlatmayı başarıyordu. Yine Blood and Bone bu kategoride çıkan son filmlerden biriydi.

Ve de en önemlisi, şehrin en güzel kızı size aşık olmak için bekliyor olacaktır!

Tüm bunlara istisna oluşturacak bir örneği barındıran Hable Con Ella filminden bir şarkı ile de bu yazıyı bitireyim. 

30.3.11

Bull Rider

Outlaw Country ve Norah Jones bir araya gelirse ne olur? Hep birlikte dinliyoruz;

28.3.11

Aşk mı?

Satı, fikirlerini ve yorumlarını genellikle takdir ettiğim bir arkadaşım. Tavsiyelerinin de çok emeği vardır bana. Yeni sayılacak blog sayfasında tuhaf bir yazıya rastladım bugün. Aşk başlığı altında şöyle başlıyor yazı, “aşk, zayıflıktır”. Daha ilk satırda, yazdığım ama yayınlamadığım “mutluluk cehalettir” yazımın temasını kalbinden vuruyor. Bilim adamlarının mutsuzluktan ve yoksulluktan nasıl beslendiğini bildiğimden bundan en ufak bir şüphem yok.

Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi ama “Ask gizli ve mahrem olmali. Duvarlar iyi bir sirdastir… Bir tek onlar sahit olmali ask’a.” kısmı ile bariz bir şekilde ters düştüğümüzü fark ettim. Aşk ki tutsaklık, o zaman olabilecek en geniş kafeste esaretimin olmasını isterim. Varsın kafesim altın olmasın ama sınırları ne bileyim duvarlar değil de gökyüzü olsun. Hem zaten aşkı öldüren, aşkı beraber evde film izlemeye, yemek yemeye, sevişmeye indirgemek değil midir? Koluma girsin dünyaları dolaşalım isterim. Bizi görenler haset duysunlar, bak mutlu olmayı başaranlar da var desinler isterim. Toka satan bir dükkanın içine gönüllü olarak girmek isterim. Elektronik mağazasına da o gönüllü olarak girsin mesela. Sadece evde iki birbirini seven insan olmak mantık evliliğinin sonucu değil midir? Evliliklerde iş sadakate dönüştüğünde şikayet edilen şey değil midir bu? Evde kendine ait bir yaşam alanı, dışarıda da birlikte paylaşılan anlar istemez mi insan? İster ister.

Aşk, karşı cinsi ihtiyaçları giderecek biri olarak düşünmek değil, bu kişiye ihtiyaçları beraber gidermek için hayatınızda bir kişilik yer açmaktır zaten.

16.3.11

Nükleer Enerji Tesisinden Soğuma Eşiği

Ne zaman bir yerde doğal bir afet olsa bilgi kirliliği alır başını gider. Jeofizikçiler çıkar depremi anlatır, meteorologlar çıkar hava durumundan bahseder, sözlükçüler çıkar her şeyden bahseder, greenpeace’çiler çıkar doğadan bahseder. Kısacası durumun vahametinden daha beter bir durum yansır ekranlarımıza. Kimse hiçbir şey anlamaz, ama herkesin bir fikri oluşur.

Çok değil bir hafta öncesine kadar en koyu nükleer santral açılsın taraftarlarından biriydim. Artık ben de pes ettim. Bunun nedeni, nükleer enerjinin tehlikelerinden gözümün korkmuş olması değil, nükleer enerji karşıtı insanların cırlamasından bıkmamdır. Ülkemin en son karışı da su altında kalana kadar termoelektrik santral yapılsın. 2050 yılında petrol rezervleri bittiğinde at arabalarıyla yolculuk yapalım. Enerji ihtiyacını karşılayamayan, çevresinden borç elektrik alan, nükleer kavramının getireceği teknolojik atılımı yapamayan bir ülke olarak kalalım. Depremde ölen onca insana rağmen hala bir tesisin güvenliğini sağlayacak gelişimi ve özgüveni sağlayamamış olarak kalalım. Hepsi müstahak bunlara. Nükleer silahlanmadan en çok zarar görmüş ülkede -Japonya- onlarca santral varken, adamlar bunu gerekli görüp yapmışken, bu teknolojik atılım ve beraberinde getirdiği tedbirli olma gereği yüzünden binlerce hayatı depremde ölmekten kurtarmışken, biz hala ya 7 şiddetinde deprem olursa aman da amanın tartışmasını yapıyoruz. 7 şiddetindeki depremde yaptığın bir binanın, hele ki nükleer santral binasının zarar görmesinden korkuyorsan mum ışığında yaşa zaten. Ama Çernobil gibi bir örnek var geçmişimizde diye savunmuyorlar mı bir de! Soğuk savaş sırasında, sonrasında teknolojik olarak oldukça geri kalan SSCB’nin yaptığı derme çatma bir tesisti o. Adamlar patlamadan yaklaşık bir hafta sonra, iş işten geçtikten sonra dünyayı haberdar ettiler üstelik. Rize’den alınan toprak örneğinden yıllar sonra bile nasıl şakır şakır beta sayıldığını gören hocam bile nükleer enerji santrali için en çok çabalayanların başındaydı. O da hiçbir şey bilmiyor zaten de mi? Buharlaştırma yöntemiyle aktif hala getirilmiş Co ile yaptığımız 2 saatlik deney sonrası eve geldiğimizde nasıl başımızın ağırdığını da katın işin içine. Ben de bir şey bilmiyorum.

Madem bu yazıyı yazıyorum nükleer santral nedir, ne değildir, nasıl çalışır, ne işe yarar bunlardan da bahsedeyim diye düşündüm. Bir şey eksik kalmasın diye de nükleer fizik dersinde kullandığım defterdeki notlarıma da bakayım dedim (Hayatınızda görmek isteyeceğiniz en son defter olabilir.). Açtığım ilk sayfadaki başlık “Reactor Physics”. Üstüne de tarih atmışım 03/05/2007. Tam Beytepe’nin en güzel olduğu zamanlar. Yanlış hatırlamıyorsam o sene de şenlikler erkene çekilerek bu vakitlerde yapılmıştı. Dışarıda millet kamikazeye biniyor, basketbol turnuvasında mücadele ediyor,  ben ise o köhne sınıfta bu tarihi not etmişim. Neticesinde 100’den fazla kişi o dersi geçmek için yaz okulunda Eskişehir’e gitmişti zaten (Eheh bana gerek kalmamıştı.). Neyse. 



“Abi Uranyum var işte, enerji üretiliyor çok tehlikeli”den daha fazlasını bilmeliyiz diye düşünmekteyim. U(235), U(233) ve Pu(239), nükleer enerjinin başlıca yakıt malzemeleridir. Bunlar kararsızdır, dolayısıyla nötron ile bombardıman edildiğinde fisyona -bölünme-  uğrarlar ve çok fazla enerjinin açığa çıkmasına neden olurlar. Burada bahsettiğimiz enerji fisyon başına MeV mertebesindedir (200 Mev = 3,2 x 10^-11 J). 1,1 g U(235) ile 1 MW günlük enerji ihtiyacı karşılanabilmektedir. Büyüklükleri karşılaştırmak amaçlı örnek de yazayım. Bir kibrit çöpünden çıkan enerji miktarı 1 kJ’dur. Saniyede milyarlarca, trilyonlarca fisyon gerçekleşmektedir. Yakıtın -U(235)- konduğu çekirdek 20 cm kalınlığında çeliklerle örülüdür. Soğutma amaçlı su dolandırılır ve suyun buhar enerjisi aslında amaçlanandır. Nükleer enerji sadece bir araçtır! U(235)’in fisyona uğraması için gelen nötronun enerjisinin olmasına gerek yoktur. Enerjisiz bir nötron da fisyona sebep olabilir. Fisyon sonrasında ikincil (Üçüncül, dördüncül…) nötronlar oluşur. Bunlar da fisyona sebep olabilir. Dolayısıyla sistemden çıkan nötron sayısı oluşan ikincil nötronlardan az ise sistemde sürekli enerji artışı olur (Bkz: Fukuşima Nükleer Tesisleri). Ortam çoğaltma katsayısı -k- dediğimiz bir niceliğin formülü ile bir reaktörün durumu belirlenir. Üretilen (n+1). jenerasyon nötronlar / soğurulan n. jenerasyon nötronlar oranıdır k. k<1 kritik olmayan, k=1 kritik ve k>1 süper kritik olarak adlandırılır. Sürekli enerji artışının önüne geçmek için Bor madeninden (Dünyada en çok Türkiye’de bulunan madendir kendisi.) üretilmiş kontrol çubukları kullanılır. Bor, nötronlarla tepkimeye girerek Li(7) ve He(4) oluştururlar. U(235)’e çarpacak nötron sayısını kontrol eder basitçe. Ayrıca soğutma suyundaki ısı yalıtımı için de Bor kullanılır. Fukuşima’da olan olay, deprem sonrası sistemin kendini kapatması ve tsunami sonrasında nötron kontrolünün yapılamamasıdır. “Eee sistem kapalı nasıl çalışıyor bu hala?” diye sormak akıllara geliyor haliyle ama cevabını yukarıda yazdım. Fisyon için nötronun enerjisinin olmasına bile gerek yoktur. Sistemde var olan nötronlar kontrol edilemezse sürekli bir enerji artışı olacaktır. Bu enerji artmaya devam ederse zamanla 20 cm kalınlığındaki çelikleri eritecek noktaya gelebilir. O zaman haftanın moda sözü olan “meltdown” olayı gerçekleşir. Bu hiç istemeyeceğiniz türden bir şeydir, geçmiş olsundur. Anlaşılacağı üzere olay okyanus suyuyla soğutmaktan daha öte bir şeydir.

“Fukuşima 50” denilen oradaki 50 bilim adamının hakları asla ödenemez.(71: Into the Fire'ya fena selam çakılıyor burada.)

Alınan radyasyon miktarı Sievert ile ölçeklendirilir. Ölümle sonuçlanması için en az 2000 mSv radyasyona maruz kalmak gerekir. Fukuşima'da ölçülen radyasyon miktarı saatte 2-8 mSv arasındadır. Çernobil'de bu miktar saatte 10bin - 300bin mSv arasındaydı. Şöyle ölçeklendireyim; bir muzdan 0.0001 mSv, beyin tomografisinden 0,8-5 mSv radyasyona maruz kalırız. Günde 1,5 paket sigara içen biri yılda 13 mSv radyasyona maruz kalmış olur.

Bir şeye karşı tedbirli olmanın en iyi yolu ondan korkmak değil, onu kontrol edenin sen olduğundan emin olmaktır. Bilimsel ve enerji amaçlı kullanılacak bir nükleer tesis hayallerimizin çok daha üzerinde bir teknolojik gelişmeye neden olacaktır. Yok ama yapılmasın, daha fazla cırlama çekemeyeceğim. Yarın gidip köprüden sarkarak protesto edelim hatta. Yeşil tişört de giymeyeli epeyi olmuştu hem. Ya da oturduğumuz yerden “seninki kaç santimetre”vari kampanya yapıp doğayı mı korusak? Kararsız kaldım

9.3.11

Anlayana "Ten Minutes", Anlamayana "One Minutes"

Güney'e En Kestirme Yol

7.3.11

1 Soru - 1 Cevap

Sence bloglarımızı neden istemiyorlar? -gumusi

istemiyorlar çünkü o blog sayfalarından birinde itin götüne sokulacaklarını biliyorlar.

blogger yasağının nedeni, digiturk’ün korsan maç yayınlarını engelleme çabası olarak gösterildi. çoğu gece internet üzerinden nba maçı seyrediyorum. abc’yi, espn’i yönetenlerin digiturk yöneticileri kadar kafası çalışmıyor mu? erişim hakkına saygı duyan bir sistem yüzünden blogger yayınlarına bir şey yapamıyorlar. keza yine internet üzerinde ingiltere primer lig maçlarında olan yayın sayısı bizim lig maçlarındakinden katlarca fazla. onlarda da yasak yok. neden böyle? çünkü bizim yöneticilerimiz sansür koyarak insanlarımızın beynine duvar örebileceklerini düşünüyorlar. unuttukları bir şey var; özgürlüğe karşı örülen bütün duvarlar bir gün yıkılmaya mahkumdur. bu enkazın altında kaldıkları günü iple çekiyorum.

önce youtube yasağı ile görsel, sonra fizy yasağı ile işitsel ve sonunda da blogger yasağı ile düşünsel paylaşım hakkımızın üstüne toprak atıldı. ve daha nice adını sayamadığım internet sitesi. evet, erişim özgürlüğü ölmüştür, ağlayanımız yoktur. kimse görmesin (youtube), duymasın (fizy), bilmesin (blogger) anlayışı hakim. yazık.

her şeyi geçtim, bilgisayarımda film izlerken ne zaman buzlanmamış/sansürlenmemiş şekilde sigara içen insan görsem aklıma sansür geliyor. zihinlerimize işlemiş artık sansür. benimsemişiz, aksini gördüğümüzde garipser olmuşuz. hayatımızın bir parçası olmuş. belki fikirlere mermi işlemiyor olabilir ama sansür beyin tümörü yapıyor.

dns: 8.8.8.8 / 8.8.4.4 , en olmadı hotspot shield vasıtasıyla çözüm üretmek mümkün. koydukları yasaklar ile halkını daha fazla yasal olmayan şeylere yönlendirip kendine demokratik diyen başka bir yönetim kalmamış olsa gerek? padişahım çok yaşa.

6.3.11

Eskişehir'e Yolculuk Notları

* Hızlı tren (hızlandırılmış tren?) beklentilerimin çok üstünde çıktı. Koltuklar rahat, koltukların diz mesafesi geniş, vagonlar ferah. Hız olarak da saatte 253 km hıza çıktığını gördüm. Bu hızı kesinlikle fark ettirmiyor; sallanmıyor, abartı gürültü yapmıyor. Özellikle dörtlü koltuklarda ikiye iki tabu oynayarak mükemmel bir yolculuk yapmak mümkün olabilir. Bunu denemek lazım. Eksikleri yok mu, elbette var. Hem gelirken hem de giderken ekranlara yerleştirilen filmler çok kötüydü. Tüm trende bir kişinin bile bu filmlerden birini izlemiş olabileceğine en ufak ihtimal vermiyorum. Ben de özellikle ilk filme beş dakika dayanabildim. Sekiz farklı kanaldan oluşan tren içi müzik sistemi (Radyo diyecektim ama değil.) fikir kadar parlak bir sonuca ulaşamamış. Sekiz kanaldan zaten dördünde yayın var. Birinde filmin sesi oluyor. Geriye kalanlarda hem gelirken hem de giderken Tarkan, Celine Dion ve Gülay vardı. Damlalar albümü çalar diye Gülay’ı  dinledim bir süre ama kötü türküleri çalıyordu. Celine Dion’un ezbere bildiğim ve bayalı uzun süre olan şarkıları vardı. Tarkan’a bir şey demiyorum zaten. Özetle televizyon ve radyo yayını çok zayıf ve zevksiz. Bu durumun sohbet edin diye teşvik olmasından şüpheleniyorum.

* Eskişehir’den Ankara’ya son tren seferi saat 21:15’te. Tam Eskişehir’de gece yeni başlamışken koştura koştura trene yetişmek zorunda kalıyorsun. Ankara’ya geliyorsun bu sefer son otobüse ucu ucuna yetişiyorsun. Bu saatlerin daha esnek olması gerekli. Bu gece saniyelerle saatlerce eve yürümekten kurtuldum mesela. Çok saçma.

* Sabah ilk hedefimiz Midas Anıtı’na ulaşmak olduğundan Eskişehir yolcu terminaline gittik. Ziyaret edilmesi gereken turistlik yerlerin başında hep burası vardı. Belediyenin sayfasına göre de buraya dolmuşlar gidiyordu. Gördüğümüz ilk büfedeki amcaya sorduk;

-Biz Midas Anıtı’na gitmek istiyoruz, nereden kalkıyor otobüsleri acaba?
-Midas nerede ki, Muğla’da değil mi o?

Belli ki Milas ile karıştırıyordu. Biz gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz tabi. Neyse durum izah ettik, amca da cengaver çıktı gitti sordu soruşturdu hemen terminalin arkasındaki yeri tarif etti. Oraya gittiğimizde adamlar ulaşım için 100 tl fiyat biçti. 100 tl! Eskişehir – Ankara arası 16 tl, Eskişehir - bir köyüne ve en çok ziyaret edilen anıtına ulaşım 100 tl! Yani kusura bakmayın ama bunun adı ayaküstü adam sikmektir. 100 tl’lik yakıt ile istediğimiz zaman arabayla geliriz zaten, gitmedik dolayısıyla.

* Oradan Kent Park’a geçtik. Uzak ara gördüğüm en güzel park. Şaka maka değil ciddi ciddi plaj var parkta. Mevsimi olmadığı için havuz ve plaj boştu ama yazın orayı tahayyül etmek zor değil. Kullanılabilirliği tartışılır elbette ama çok farklı bir fikir. Manej de var üstelik. Biz gittiğimizde atlar yemekte olduğundan ulaşamadık kendilerine. Bu parkı dolaşırken yapabildiğim tek eleştiri de “Koskocaman park yapmışlar, sadece iki çıkış koymuşlar.” oldu. Düşünün yani, o kadar kusursuz.

* Tramvay’ın olduğu cadde ve Porsuk Çayı’nı takip eden cadde Eskişehir’in merkezinin merkezi oluyor. Bir şehrin içinden bir çay, dere ya da ırmağın geçmesi başlı başına benim için o şehri beğenme sebebidir. Arhavi’nin bir nehir ile başlıyor olmasını etkisi mutlaka vardır bunda.

* Tramvay için alınan Esbilet’lerde tam 1,60 tl iken öğrenci 1,55 tl. Şaka mı bu?

* Tam yerini hatırlamadığım bir yerde “Bilim, kültür ve sanat parkı” levhası vardı. E tabi ben bunu görünce haydi buraya gidelim diye tutturdum. Nerede diye sormak için durduğumuz ilk adam Pakistan’lı çıktı. Eskişehir’de yol sormak için durdurduğumuz adam Türkçe bilmeyen bir Pakistanlı! Buna rağmen “Ben bilmemek o taraf, ama yukarıda olmak böyle bir yer.” cümlesini kurana kadar bize yardım etmeye çalıştı. Sonuç: bulamadık parkı. Gps’te bile gözükmeyen bu park nerede?

* Tramvay’ın içindeyken yine bir başka levhada “Şelale Parkı” yazısını görünce, oraya da gittik. Bir şehri (Şehir merkezini) şehrin herhangi bir noktasından uçtan uca görmek beklentilerimin en başındadır. İşte bu park da manzarasıyla alabildiğine Eskişehir sunuyor bize. Şelale kısmı çalışmıyor olsa da, bir şehir merkezini  en doğusundan en batısına, en güneyinden en kuzeyine görebilmek bu parkı farklı bir yere koyuyor. Ankara, İstanbul gibi uçsuz bucaksız şehirleri sevmememin  nedeni de bu olsa gerek. Şehri karşıma alıp meydan okumak isterim ben. Parktaki Don Kişot hikayesinden fırlamış gibi duran yel değirmenine anlam veremedim.

* Şelale Restoran’da çiğ börek yedim. Şahane. Fiyatları da çok cazip hem. Bir fincan çay 2,5 tl mesela. Ankara’da en dandik kafede bile bir fincan çaya 4,5 tl vermişliğim var. Manzarası da Eskişehir.

* Sokak köpekleri neyle besleniyor merak ettim. Bu kadar besili sokak köpeklerini daha önce hiç görmemiştim.

* Porsuk Çayı’nda balık tutan ağabeylere, amcalara da laflar hazırladım. 3 metrelik olta ile serçe parmağım kadar balığı tutmaktan utanmıyor musunuz? Var mı bilmiyorum ama o yemlerle büyük balığı zaten tutamazsınız. Saçma bir balık tutma ritüeli var.

* Alkara kafede Jenga oynamaya daldığımızdan tantuni yemeye vaktimiz kalmadı. Son sefere yetişmek için koşuşturmak zorunda bile kaldık. Yalnız ilginç olan ekranda Galatasaray maçı varken bile kimse ekranla ilgilenmiyordu. Ankara’da böyle bir duruma şahit olmak imkansız. Jenga da süper bir oyun!

* Ben doyamadım Eskişehir’e, en kısa zamanda tekrar gideceğim mutlaka!

25.2.11

Kadınları Anlarken Heder Olmak

Bir süper gücüm olsa kadınların ne düşündüğünü görmek isterdim.

Bir kadını pohpohlamaktan hiç haz almıyorum. Genelliyorum, bir insanı pohpohlamaktan hiç haz almıyorum. Zaten bir kadını pohpohlamak ile bir kadına asılmak arasında ince bir çizgi var. Yazdığınızın ya da konuştuğunuzun çizginin hangi tarafında olduğuna karar verecek olan da siz olmadığınızdan oldum olası sevmemişimdir pohpohlamayı. Olanı abartmadan söylemenin en iyi yolu kinayedir. “Beni ne kadar seviyorsun?” sorusuna “çok” diye cevap vermenin mantığını anlayamam ben. Kendisini ne kadar sevdiğini soruyorsa, ne kadar sevdiğini bildiği için soruyordur. Dolayısıyla kinaye tam bu durumlar içindir. İşte bu bir erkek bakışıyla böyle. Kadınlar ise hep erkeklerin anlamasını bekler. Yanlış yapması için bilinçli olarak kurulmuş bir tuzaktır anlaşılmamak. Kadınlardan bir isteğim var. Ne olur ne istediğinizi önceden söyleyin açık açık. Sonradan beni anlamıyorsun diye üzüleceğinize her şeyi baştan söyleyin. Anlamamızı beklemeyin, anlatın kendinizi.

“Bir beyin tümörüm olsa adını Marla koyardım” da insanlık tarihinin en arabesk cümlesidir bence.

Yakın arkadaşlarımdan birinin bir yıllık beraberliği geçen hafta sonlandı. Arkadaşım hala deli gibi seviyor halbuki. “Ankara’dan gitmem lazım, her yerde o kadar çok anımız var ki duramıyorum” dedi. “Arayım” dedi, arattırmadım. “Bittiğini ne kadar çabuk kabullenirsen o kadar çabuk önüne bakarsın” dedim. Tecrübe konuşuyor. Scorpions – Lonely Nights şarkısını loop’a alıp az dinlemedim zamanında, ona da tavsiye ettim. Century – Lover Why da olurdu ya neyse.Yangına körükle gitmek benim işim. Lafı şuraya getiriyorum, sizi bu kadar çok sevdiğini bildiğiniz insanlardan yoktan sebeplerle ayrılmayın. İçinde sevgilinizin olmadığı uzun vadeli bir planınız varsa bunu vedadan hemen önce söylemeyin. Bize, içinde bizim olmadığımız planlarınızı anlatın. İçinde bizim olduklarımız sürpriz kalsın, yeri geldiğinde nasılsa doyasıya yaşıyoruz. Son dakikada söylenen planlarınızı anlamamızı beklemeyin. Anlayamıyoruz çünkü.

Hiç sevmediğim bir şey varsa o da yarı yoldan bir şeyi unutmuş gibi geri dönmektir.


22.2.11

The Misfortunates

Hani bazı filmler vardır ya tam vizyon filmidir; Aksiyon havada uçuşur, görsel efektler ekrandan fışkırır veya o çok kıymetli Oscar’ı almak için irsi ya da dini ayrımcılığa parmak basar. İşte bu film de tam bir festival filmi; vizyona sığamayacak kadar vizyonlu bir film. Filmi sinema salonlarına getirenler de böyle düşünmüş olacak ki “Çölde Kutup Ayısı” gibi alakasız olduğu kadar da adına ne diyelim de bu sinema salonlarını kapatan zenginlere ve Hollywood hayranlarına izlettirelim derdinden kaynaklı bir ismi layık görmüşler. Beyazperde puanına baktım 5.8! Bu da beni haklı çıkartıyor.

Bu filmi izlememin bir gün öncesinde Hollanda yapımı olan Tideland filmini izlemiştim. Filmi bitirdikten sonra resmen Hollanda sinemasına sövecek durumdaydım. “Dude”ın oynadığı bir filmin içine bu kadar sıçılır diye düşünüyordum. Sonra bu filmi hiç spoiler’sız izledim. Filmi bitirip ulan bunların başka filmi de var mıdır diye bakmak amaçlı imdb’ye girdiğimde filmin Hollanda/Belçika ortak yapımı olduğunu gördüğümde şaşırdım. Yapınca oluyormuş demek ki.

Birbirinden alkolik 3 amca, bir baba ve bir büyükanne ile aynı evde yaşasaydınız nasıl bir gelecek sizi beklerdi’nin cevabını anlatıyor. Hayat ya cidden sürpriz yaparsa bir gün size ne olur diye hayallere gark ettiriyor. Sadece soyadı bağı bile bir aileyi hiçbir sebep yokken dahi bir arada tutabilir mi’nin cevabını yapıştırıyor finaliyle. O sürekli mızmızlandığımız hayatlarımızın aslında ne kadar şaşaalı olduğunu; ama buna rağmen bir o kadar da sıkıcı olduğunu alttan alta giydiriyor. Tam sıktı dediğiniz anda hayatı boğazınıza düğümleyip ekran başında nefessiz bırakıyor sizi birkaç dakika.

Filmle alakalı merak ettiğim çok fazla spoiler içeren şeyler var. Daha önce izlememiş olanlar varsa okumasın bundan sonrasını, izleyenler de belki benim gece izlememden mütevellit kaçırmış olduğum bir sahne varsa dürtsün.

-Amcalardan birinin çok az rolü vardı. Neredeyse repliği bile yoktu. Filme hiç girmedi, seyirci gibiydi.

-3 haftalığına ziyarete gelen hala ile kızı’nı filmin sonunda bir yere bağlayacaklar diye bekledim, bağlamadılar. Geliyorlar, gidiyorlar ama sonrası yok. Filme hiç etkileri yok.

-Filmin sonunda ölen baba nasıl ölüyor? Bununla ilgili de bir sahne ya da konuşma yok. Filmin en önemli karakteriydi bence baba, bunu söylemeliydiler. Özellikle oğluna “sen bizim soyadımızı taşıyorsun ama bizden farklısın” dediği sahne etkileyiciydi. Bir babanın geç gelmiş pişmanlığı!

-Yine filmin sonunda 5. kitabını yazdıktan sonra hasta anneannesini ziyarete gittiğinde söyledikleri tek kelime ile şahaneydi. “şimdiye dek oğluma iyi bir amca olabildim, baba olamadım”

-Bu kadar çıplaklığa lüzum yoktu sanki. 

-“tour de france” çok şahane bir fikir, beni alkole başlattıracak kadar neredeyse.

-Bu filme ortalama 5,8 veren izleyici kitlesinin film anlayışına sokim.
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.