30.3.11

Bull Rider

Outlaw Country ve Norah Jones bir araya gelirse ne olur? Hep birlikte dinliyoruz;

28.3.11

Aşk mı?

Satı, fikirlerini ve yorumlarını genellikle takdir ettiğim bir arkadaşım. Tavsiyelerinin de çok emeği vardır bana. Yeni sayılacak blog sayfasında tuhaf bir yazıya rastladım bugün. Aşk başlığı altında şöyle başlıyor yazı, “aşk, zayıflıktır”. Daha ilk satırda, yazdığım ama yayınlamadığım “mutluluk cehalettir” yazımın temasını kalbinden vuruyor. Bilim adamlarının mutsuzluktan ve yoksulluktan nasıl beslendiğini bildiğimden bundan en ufak bir şüphem yok.

Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi ama “Ask gizli ve mahrem olmali. Duvarlar iyi bir sirdastir… Bir tek onlar sahit olmali ask’a.” kısmı ile bariz bir şekilde ters düştüğümüzü fark ettim. Aşk ki tutsaklık, o zaman olabilecek en geniş kafeste esaretimin olmasını isterim. Varsın kafesim altın olmasın ama sınırları ne bileyim duvarlar değil de gökyüzü olsun. Hem zaten aşkı öldüren, aşkı beraber evde film izlemeye, yemek yemeye, sevişmeye indirgemek değil midir? Koluma girsin dünyaları dolaşalım isterim. Bizi görenler haset duysunlar, bak mutlu olmayı başaranlar da var desinler isterim. Toka satan bir dükkanın içine gönüllü olarak girmek isterim. Elektronik mağazasına da o gönüllü olarak girsin mesela. Sadece evde iki birbirini seven insan olmak mantık evliliğinin sonucu değil midir? Evliliklerde iş sadakate dönüştüğünde şikayet edilen şey değil midir bu? Evde kendine ait bir yaşam alanı, dışarıda da birlikte paylaşılan anlar istemez mi insan? İster ister.

Aşk, karşı cinsi ihtiyaçları giderecek biri olarak düşünmek değil, bu kişiye ihtiyaçları beraber gidermek için hayatınızda bir kişilik yer açmaktır zaten.

16.3.11

Nükleer Enerji Tesisinden Soğuma Eşiği

Ne zaman bir yerde doğal bir afet olsa bilgi kirliliği alır başını gider. Jeofizikçiler çıkar depremi anlatır, meteorologlar çıkar hava durumundan bahseder, sözlükçüler çıkar her şeyden bahseder, greenpeace’çiler çıkar doğadan bahseder. Kısacası durumun vahametinden daha beter bir durum yansır ekranlarımıza. Kimse hiçbir şey anlamaz, ama herkesin bir fikri oluşur.

Çok değil bir hafta öncesine kadar en koyu nükleer santral açılsın taraftarlarından biriydim. Artık ben de pes ettim. Bunun nedeni, nükleer enerjinin tehlikelerinden gözümün korkmuş olması değil, nükleer enerji karşıtı insanların cırlamasından bıkmamdır. Ülkemin en son karışı da su altında kalana kadar termoelektrik santral yapılsın. 2050 yılında petrol rezervleri bittiğinde at arabalarıyla yolculuk yapalım. Enerji ihtiyacını karşılayamayan, çevresinden borç elektrik alan, nükleer kavramının getireceği teknolojik atılımı yapamayan bir ülke olarak kalalım. Depremde ölen onca insana rağmen hala bir tesisin güvenliğini sağlayacak gelişimi ve özgüveni sağlayamamış olarak kalalım. Hepsi müstahak bunlara. Nükleer silahlanmadan en çok zarar görmüş ülkede -Japonya- onlarca santral varken, adamlar bunu gerekli görüp yapmışken, bu teknolojik atılım ve beraberinde getirdiği tedbirli olma gereği yüzünden binlerce hayatı depremde ölmekten kurtarmışken, biz hala ya 7 şiddetinde deprem olursa aman da amanın tartışmasını yapıyoruz. 7 şiddetindeki depremde yaptığın bir binanın, hele ki nükleer santral binasının zarar görmesinden korkuyorsan mum ışığında yaşa zaten. Ama Çernobil gibi bir örnek var geçmişimizde diye savunmuyorlar mı bir de! Soğuk savaş sırasında, sonrasında teknolojik olarak oldukça geri kalan SSCB’nin yaptığı derme çatma bir tesisti o. Adamlar patlamadan yaklaşık bir hafta sonra, iş işten geçtikten sonra dünyayı haberdar ettiler üstelik. Rize’den alınan toprak örneğinden yıllar sonra bile nasıl şakır şakır beta sayıldığını gören hocam bile nükleer enerji santrali için en çok çabalayanların başındaydı. O da hiçbir şey bilmiyor zaten de mi? Buharlaştırma yöntemiyle aktif hala getirilmiş Co ile yaptığımız 2 saatlik deney sonrası eve geldiğimizde nasıl başımızın ağırdığını da katın işin içine. Ben de bir şey bilmiyorum.

Madem bu yazıyı yazıyorum nükleer santral nedir, ne değildir, nasıl çalışır, ne işe yarar bunlardan da bahsedeyim diye düşündüm. Bir şey eksik kalmasın diye de nükleer fizik dersinde kullandığım defterdeki notlarıma da bakayım dedim (Hayatınızda görmek isteyeceğiniz en son defter olabilir.). Açtığım ilk sayfadaki başlık “Reactor Physics”. Üstüne de tarih atmışım 03/05/2007. Tam Beytepe’nin en güzel olduğu zamanlar. Yanlış hatırlamıyorsam o sene de şenlikler erkene çekilerek bu vakitlerde yapılmıştı. Dışarıda millet kamikazeye biniyor, basketbol turnuvasında mücadele ediyor,  ben ise o köhne sınıfta bu tarihi not etmişim. Neticesinde 100’den fazla kişi o dersi geçmek için yaz okulunda Eskişehir’e gitmişti zaten (Eheh bana gerek kalmamıştı.). Neyse. 



“Abi Uranyum var işte, enerji üretiliyor çok tehlikeli”den daha fazlasını bilmeliyiz diye düşünmekteyim. U(235), U(233) ve Pu(239), nükleer enerjinin başlıca yakıt malzemeleridir. Bunlar kararsızdır, dolayısıyla nötron ile bombardıman edildiğinde fisyona -bölünme-  uğrarlar ve çok fazla enerjinin açığa çıkmasına neden olurlar. Burada bahsettiğimiz enerji fisyon başına MeV mertebesindedir (200 Mev = 3,2 x 10^-11 J). 1,1 g U(235) ile 1 MW günlük enerji ihtiyacı karşılanabilmektedir. Büyüklükleri karşılaştırmak amaçlı örnek de yazayım. Bir kibrit çöpünden çıkan enerji miktarı 1 kJ’dur. Saniyede milyarlarca, trilyonlarca fisyon gerçekleşmektedir. Yakıtın -U(235)- konduğu çekirdek 20 cm kalınlığında çeliklerle örülüdür. Soğutma amaçlı su dolandırılır ve suyun buhar enerjisi aslında amaçlanandır. Nükleer enerji sadece bir araçtır! U(235)’in fisyona uğraması için gelen nötronun enerjisinin olmasına gerek yoktur. Enerjisiz bir nötron da fisyona sebep olabilir. Fisyon sonrasında ikincil (Üçüncül, dördüncül…) nötronlar oluşur. Bunlar da fisyona sebep olabilir. Dolayısıyla sistemden çıkan nötron sayısı oluşan ikincil nötronlardan az ise sistemde sürekli enerji artışı olur (Bkz: Fukuşima Nükleer Tesisleri). Ortam çoğaltma katsayısı -k- dediğimiz bir niceliğin formülü ile bir reaktörün durumu belirlenir. Üretilen (n+1). jenerasyon nötronlar / soğurulan n. jenerasyon nötronlar oranıdır k. k<1 kritik olmayan, k=1 kritik ve k>1 süper kritik olarak adlandırılır. Sürekli enerji artışının önüne geçmek için Bor madeninden (Dünyada en çok Türkiye’de bulunan madendir kendisi.) üretilmiş kontrol çubukları kullanılır. Bor, nötronlarla tepkimeye girerek Li(7) ve He(4) oluştururlar. U(235)’e çarpacak nötron sayısını kontrol eder basitçe. Ayrıca soğutma suyundaki ısı yalıtımı için de Bor kullanılır. Fukuşima’da olan olay, deprem sonrası sistemin kendini kapatması ve tsunami sonrasında nötron kontrolünün yapılamamasıdır. “Eee sistem kapalı nasıl çalışıyor bu hala?” diye sormak akıllara geliyor haliyle ama cevabını yukarıda yazdım. Fisyon için nötronun enerjisinin olmasına bile gerek yoktur. Sistemde var olan nötronlar kontrol edilemezse sürekli bir enerji artışı olacaktır. Bu enerji artmaya devam ederse zamanla 20 cm kalınlığındaki çelikleri eritecek noktaya gelebilir. O zaman haftanın moda sözü olan “meltdown” olayı gerçekleşir. Bu hiç istemeyeceğiniz türden bir şeydir, geçmiş olsundur. Anlaşılacağı üzere olay okyanus suyuyla soğutmaktan daha öte bir şeydir.

“Fukuşima 50” denilen oradaki 50 bilim adamının hakları asla ödenemez.(71: Into the Fire'ya fena selam çakılıyor burada.)

Alınan radyasyon miktarı Sievert ile ölçeklendirilir. Ölümle sonuçlanması için en az 2000 mSv radyasyona maruz kalmak gerekir. Fukuşima'da ölçülen radyasyon miktarı saatte 2-8 mSv arasındadır. Çernobil'de bu miktar saatte 10bin - 300bin mSv arasındaydı. Şöyle ölçeklendireyim; bir muzdan 0.0001 mSv, beyin tomografisinden 0,8-5 mSv radyasyona maruz kalırız. Günde 1,5 paket sigara içen biri yılda 13 mSv radyasyona maruz kalmış olur.

Bir şeye karşı tedbirli olmanın en iyi yolu ondan korkmak değil, onu kontrol edenin sen olduğundan emin olmaktır. Bilimsel ve enerji amaçlı kullanılacak bir nükleer tesis hayallerimizin çok daha üzerinde bir teknolojik gelişmeye neden olacaktır. Yok ama yapılmasın, daha fazla cırlama çekemeyeceğim. Yarın gidip köprüden sarkarak protesto edelim hatta. Yeşil tişört de giymeyeli epeyi olmuştu hem. Ya da oturduğumuz yerden “seninki kaç santimetre”vari kampanya yapıp doğayı mı korusak? Kararsız kaldım

9.3.11

Anlayana "Ten Minutes", Anlamayana "One Minutes"

Güney'e En Kestirme Yol

7.3.11

1 Soru - 1 Cevap

Sence bloglarımızı neden istemiyorlar? -gumusi

istemiyorlar çünkü o blog sayfalarından birinde itin götüne sokulacaklarını biliyorlar.

blogger yasağının nedeni, digiturk’ün korsan maç yayınlarını engelleme çabası olarak gösterildi. çoğu gece internet üzerinden nba maçı seyrediyorum. abc’yi, espn’i yönetenlerin digiturk yöneticileri kadar kafası çalışmıyor mu? erişim hakkına saygı duyan bir sistem yüzünden blogger yayınlarına bir şey yapamıyorlar. keza yine internet üzerinde ingiltere primer lig maçlarında olan yayın sayısı bizim lig maçlarındakinden katlarca fazla. onlarda da yasak yok. neden böyle? çünkü bizim yöneticilerimiz sansür koyarak insanlarımızın beynine duvar örebileceklerini düşünüyorlar. unuttukları bir şey var; özgürlüğe karşı örülen bütün duvarlar bir gün yıkılmaya mahkumdur. bu enkazın altında kaldıkları günü iple çekiyorum.

önce youtube yasağı ile görsel, sonra fizy yasağı ile işitsel ve sonunda da blogger yasağı ile düşünsel paylaşım hakkımızın üstüne toprak atıldı. ve daha nice adını sayamadığım internet sitesi. evet, erişim özgürlüğü ölmüştür, ağlayanımız yoktur. kimse görmesin (youtube), duymasın (fizy), bilmesin (blogger) anlayışı hakim. yazık.

her şeyi geçtim, bilgisayarımda film izlerken ne zaman buzlanmamış/sansürlenmemiş şekilde sigara içen insan görsem aklıma sansür geliyor. zihinlerimize işlemiş artık sansür. benimsemişiz, aksini gördüğümüzde garipser olmuşuz. hayatımızın bir parçası olmuş. belki fikirlere mermi işlemiyor olabilir ama sansür beyin tümörü yapıyor.

dns: 8.8.8.8 / 8.8.4.4 , en olmadı hotspot shield vasıtasıyla çözüm üretmek mümkün. koydukları yasaklar ile halkını daha fazla yasal olmayan şeylere yönlendirip kendine demokratik diyen başka bir yönetim kalmamış olsa gerek? padişahım çok yaşa.

6.3.11

Eskişehir'e Yolculuk Notları

* Hızlı tren (hızlandırılmış tren?) beklentilerimin çok üstünde çıktı. Koltuklar rahat, koltukların diz mesafesi geniş, vagonlar ferah. Hız olarak da saatte 253 km hıza çıktığını gördüm. Bu hızı kesinlikle fark ettirmiyor; sallanmıyor, abartı gürültü yapmıyor. Özellikle dörtlü koltuklarda ikiye iki tabu oynayarak mükemmel bir yolculuk yapmak mümkün olabilir. Bunu denemek lazım. Eksikleri yok mu, elbette var. Hem gelirken hem de giderken ekranlara yerleştirilen filmler çok kötüydü. Tüm trende bir kişinin bile bu filmlerden birini izlemiş olabileceğine en ufak ihtimal vermiyorum. Ben de özellikle ilk filme beş dakika dayanabildim. Sekiz farklı kanaldan oluşan tren içi müzik sistemi (Radyo diyecektim ama değil.) fikir kadar parlak bir sonuca ulaşamamış. Sekiz kanaldan zaten dördünde yayın var. Birinde filmin sesi oluyor. Geriye kalanlarda hem gelirken hem de giderken Tarkan, Celine Dion ve Gülay vardı. Damlalar albümü çalar diye Gülay’ı  dinledim bir süre ama kötü türküleri çalıyordu. Celine Dion’un ezbere bildiğim ve bayalı uzun süre olan şarkıları vardı. Tarkan’a bir şey demiyorum zaten. Özetle televizyon ve radyo yayını çok zayıf ve zevksiz. Bu durumun sohbet edin diye teşvik olmasından şüpheleniyorum.

* Eskişehir’den Ankara’ya son tren seferi saat 21:15’te. Tam Eskişehir’de gece yeni başlamışken koştura koştura trene yetişmek zorunda kalıyorsun. Ankara’ya geliyorsun bu sefer son otobüse ucu ucuna yetişiyorsun. Bu saatlerin daha esnek olması gerekli. Bu gece saniyelerle saatlerce eve yürümekten kurtuldum mesela. Çok saçma.

* Sabah ilk hedefimiz Midas Anıtı’na ulaşmak olduğundan Eskişehir yolcu terminaline gittik. Ziyaret edilmesi gereken turistlik yerlerin başında hep burası vardı. Belediyenin sayfasına göre de buraya dolmuşlar gidiyordu. Gördüğümüz ilk büfedeki amcaya sorduk;

-Biz Midas Anıtı’na gitmek istiyoruz, nereden kalkıyor otobüsleri acaba?
-Midas nerede ki, Muğla’da değil mi o?

Belli ki Milas ile karıştırıyordu. Biz gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz tabi. Neyse durum izah ettik, amca da cengaver çıktı gitti sordu soruşturdu hemen terminalin arkasındaki yeri tarif etti. Oraya gittiğimizde adamlar ulaşım için 100 tl fiyat biçti. 100 tl! Eskişehir – Ankara arası 16 tl, Eskişehir - bir köyüne ve en çok ziyaret edilen anıtına ulaşım 100 tl! Yani kusura bakmayın ama bunun adı ayaküstü adam sikmektir. 100 tl’lik yakıt ile istediğimiz zaman arabayla geliriz zaten, gitmedik dolayısıyla.

* Oradan Kent Park’a geçtik. Uzak ara gördüğüm en güzel park. Şaka maka değil ciddi ciddi plaj var parkta. Mevsimi olmadığı için havuz ve plaj boştu ama yazın orayı tahayyül etmek zor değil. Kullanılabilirliği tartışılır elbette ama çok farklı bir fikir. Manej de var üstelik. Biz gittiğimizde atlar yemekte olduğundan ulaşamadık kendilerine. Bu parkı dolaşırken yapabildiğim tek eleştiri de “Koskocaman park yapmışlar, sadece iki çıkış koymuşlar.” oldu. Düşünün yani, o kadar kusursuz.

* Tramvay’ın olduğu cadde ve Porsuk Çayı’nı takip eden cadde Eskişehir’in merkezinin merkezi oluyor. Bir şehrin içinden bir çay, dere ya da ırmağın geçmesi başlı başına benim için o şehri beğenme sebebidir. Arhavi’nin bir nehir ile başlıyor olmasını etkisi mutlaka vardır bunda.

* Tramvay için alınan Esbilet’lerde tam 1,60 tl iken öğrenci 1,55 tl. Şaka mı bu?

* Tam yerini hatırlamadığım bir yerde “Bilim, kültür ve sanat parkı” levhası vardı. E tabi ben bunu görünce haydi buraya gidelim diye tutturdum. Nerede diye sormak için durduğumuz ilk adam Pakistan’lı çıktı. Eskişehir’de yol sormak için durdurduğumuz adam Türkçe bilmeyen bir Pakistanlı! Buna rağmen “Ben bilmemek o taraf, ama yukarıda olmak böyle bir yer.” cümlesini kurana kadar bize yardım etmeye çalıştı. Sonuç: bulamadık parkı. Gps’te bile gözükmeyen bu park nerede?

* Tramvay’ın içindeyken yine bir başka levhada “Şelale Parkı” yazısını görünce, oraya da gittik. Bir şehri (Şehir merkezini) şehrin herhangi bir noktasından uçtan uca görmek beklentilerimin en başındadır. İşte bu park da manzarasıyla alabildiğine Eskişehir sunuyor bize. Şelale kısmı çalışmıyor olsa da, bir şehir merkezini  en doğusundan en batısına, en güneyinden en kuzeyine görebilmek bu parkı farklı bir yere koyuyor. Ankara, İstanbul gibi uçsuz bucaksız şehirleri sevmememin  nedeni de bu olsa gerek. Şehri karşıma alıp meydan okumak isterim ben. Parktaki Don Kişot hikayesinden fırlamış gibi duran yel değirmenine anlam veremedim.

* Şelale Restoran’da çiğ börek yedim. Şahane. Fiyatları da çok cazip hem. Bir fincan çay 2,5 tl mesela. Ankara’da en dandik kafede bile bir fincan çaya 4,5 tl vermişliğim var. Manzarası da Eskişehir.

* Sokak köpekleri neyle besleniyor merak ettim. Bu kadar besili sokak köpeklerini daha önce hiç görmemiştim.

* Porsuk Çayı’nda balık tutan ağabeylere, amcalara da laflar hazırladım. 3 metrelik olta ile serçe parmağım kadar balığı tutmaktan utanmıyor musunuz? Var mı bilmiyorum ama o yemlerle büyük balığı zaten tutamazsınız. Saçma bir balık tutma ritüeli var.

* Alkara kafede Jenga oynamaya daldığımızdan tantuni yemeye vaktimiz kalmadı. Son sefere yetişmek için koşuşturmak zorunda bile kaldık. Yalnız ilginç olan ekranda Galatasaray maçı varken bile kimse ekranla ilgilenmiyordu. Ankara’da böyle bir duruma şahit olmak imkansız. Jenga da süper bir oyun!

* Ben doyamadım Eskişehir’e, en kısa zamanda tekrar gideceğim mutlaka!
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.