19.5.11

Set Fire to the Rain

Birkaç gündür bu şarkıyı manyak gibi dinlemekten kendimi alıkoyamıyorum.

16.5.11

Sansüre Karşı Yürüyüş - Kızılcahamam

15 Mayıs 2011 yurt genelinde "sansüre karşı hayır", "internetime dokunma" eylemi olarak geçirildi. Biz de 4 kişi olarak, bu eylem kapsamında Kızılcıhamam'dan Çamlıdere'ye yürüme kararı aldık. Bir nevi eylemlerin Kızılcahamam ayağıydık. Katılımın bu kadar az olması bizi çok üzdü (!), ama yine de amacımızdan uzaklaşmadan gerekli yürüyüşü yaptık. Hatta baktım şöyle bir, yurt genelinde en uzun yürüyüşü biz yapmışız. 10 km'yi aşan bir yürüyüş bu. Hem öyle şehir merkezinde de değil, çamların arasındaki patikalarda yapılmış bir eylem. Zaten şehir merkezinde eylem yapanları hiç anlamıyorum. Gelin kırsalda yapın, hem bakın öyle göt kadar yerde halay çekeceğiz diye kasmanıza da gerek yok, kocaman yaylalar sizi bekliyor. Polisler üzerinize saldırdığında kaçacak dolu yer, arkasına saklanılacak dolu ağaç var. Atacak taş kalmamış derdi diye de bir şey zaten yok.

Yürüyüşümüzdeki tek sorun televizyon kanallarının yeterli ilgiyi göstermemiş olmasıydı. Baktık bizi çeken tv kanalı yok, biz de kendi kameramızla kendimizi çektik. Bu sorunu da böyle hallettik.

Başka eylemlerimizde görüşmek üzere, internetsiz kalmayın, esen kalın.

Tehdit

Bildiğiniz üzere blogger geçenlerde bozulmuştu. Önce hiç açılmıyordu, sonra bilmem kaç saat içinde yazılan yazıları sildiler, sonra da bunları geri yükleyip düzeldik mesajı verdiler. Benim de son yazım olan "Gereksiz Eşyalarım"ı silmişlerdi, sonra geri yüklediler. Buraya kadar her şey normal. Ama yazılan yorumları geri yüklemediler. Ben de böyle şeylere sinir olup, bu ortamlardan çabuk nefret eden biriyim. Msn örneği var gün gibi ortada sonuçta.

Bak blogger ayağını denk al, bir gece ansızın 2- wordpress, 3- tumblr olur, ne olduğunu bile anlamazsın.

11.5.11

Gereksiz Eşyalarım

Çoğunuzun bildiği üzere gerek insan kalabalığından gerekse de eşya kalabalığından köşe bucak kaçan biriyim. Bir eşyanın gerekli olup olmaması çok göreceli bir kavram, insanlar için de belki aynısı denebilir. İşte böyle bir durumda neden odamda durduğunu anlamadığım ama gereksiz görüp atmaya da kıyamadığım birkaç eşyamdan bahsedeceğim. Eşyaların dedikodusu olur mu? Bilmem, tartışmaya açık bir durum.

Şüphesiz ki neden durduğuna anlam veremediklerimin en başında gelen eski radyodur. 60 cm uzunluğunda, 30 cm yüksekliğinde ve 20 cm derinliğinde olan eski mi eski bir radyo. Kitaplığımın en tepesinde tavana en yakın noktada arzı endam etmekte. O kadar eski ki sadece TRT radyo çıkıyor. Fm yayını yok, sadece uzun dalga frekansları yakalayabiliyor. Köydeki versiyonu Gürcistan radyosunu çekiyordu mesela. Küçüklüğümde TRT’nin maç yayınlarını defalarca dinlemişliğim var aslında, anısı da yok değil. Zaman en çok da elektronik eşyalara mı kötü davranıyor ne?

Hemen radyonun yanında devasa bir ahşap gemi durmakta. 1 m’ye 1 m var herhalde. Ledlerle ışıklandırılmış üstelik ama hayatımda bir kere bile kullanmadım, kullanacağımı da sanmıyorum. Hafiften korsan gemisine benziyor, özellikle de The Black Pearl’e. Bu gemi yapıldığı vakitlerde film henüz vizyonda değildi o yüzden güzel bir tesadüften ibaret olsa gerek. Titanic gibi bacalı değil yani. Önünde (Pruva?) küçük bir yunus var.  3 yelkeni var, en tepede de ufak bir Türk bayrağı. O kadar kullanışsız ki, alıp suya koysam muhtemelen batar. Niye duruyor, bilmiyorum.

Bir diğeri de maket helikopter. Fazla büyük bir şey değil, 20 cm ya var ya yok. Sanırım kobra, süper kobra da olabilir, aralarındaki farkı ayırt edemiyorum. Üstelik buna epeyi para da vermiştim. Böyle alıyorsun, kendin yapıştırıyorsun da hazır hale geliyor ya öyle bir şeydi. Bir ara epeyi boş zamanım varmış demek ki. Füzeleri filan hepsi yerli yerinde, sanki savaş çıksa operasyona gidecekmiş gibi duruyor. Bana doğru dönük üstelik, şeytan doldurabiliyorsa bunu doldursun hadi?!

Bunu yazmakla yazmamak arasında kaldım; ama sonucu biliyorsunuz artık. Ayşe Kulin’e ait Umut kitabı. Geçenlerde ikizimin elinde görüp “Ne başımıza feminist mi kesileceksin?!” demiştim, bitirip gıcıklığına masaya koymuş. Okumamı bekliyor belli ki, ahaha bu komikti işte. Kapağına baktım sadece, bir adam ile bir kadın samimi sayılacak bir şekilde oturuyorlar. Adamı da ilk görüşte Mr. Bean’e benzettim zaten, öyle itici bir tip, neyse. Kadın da bilirsiniz işte “Lady in red” kıvamında bir kırmızı elbise giymiş, gideri var yani (Öğğ). Neyse asıl dikkatimi çeken şeye geleyim, Umut yazısının altında şöyle bir şey yazıyor: “Hayat Akan Bir Sudur”. Allah aşkına ne bu şimdi? Sonuna da üç nokta koysa tam olacak yani, yok yok iki nokta hatta. Akan su nedir? Daha kapağında kaybeden bir kitap. Okumadan geri kardeşime de veremiyorum, ne yapacağım bu kitapla bilmiyorum. Hayat akan bir suymuş hey Allahım. Heee her şey su zaten de mi sevgili kaybedenler kulübü üyeleri? Ne suymuş arkadaş.

Sıkıcı bir yazı olmuş olabilir, ama emin olun ki şu anki havadan daha sıkıcı değildir. Bu ne lan iyice Menzoberranzan’a döndü Ankara.

4.5.11

Kaybedenler Kulübü

Baştan uyarayım, filmi daha önce izlememiş olup içerik bilgisi okumaktan rahatsız olacak varsa bu yazıyı okumasın.

Teyzem vefat ettiğinden beri izlediğim Türk filmlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Gora, Eyyvah Eyvah, Nefes, sayabildiklerim bunlar. Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Issız Adam gibi onlarca ses getiren filmi izlemedim. Bunlara Fatih Akın’ın filmlerini de ekleyebilirsiniz. İyi mi yapıyorum bilmiyorum, ama yanlış yapmıyorum en azından. Durum böyleyken Kaybedenler Kulübü’nü izledim bugün.

Bu filmin neredeyse ikinci bir “Fight Club” etkisi yaratmış olması izlemeye karar verme sebeplerinin başında geliyor. “Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı, dövüş kulübü hakkında kimseye bahsetmemektir” gibi bir temele dayanıyor film aslında. “Kaybedenler Kulübü’ne hoş geldiniz, sizinle daha önce yattık mı?”. Şunu anlatmak istiyorum son zamanlarda izlediğim en maskülen filmdi. Ağırlıklı olarak dram izlediğim bir dönemde filmlerin kadın ağırlıklı olması gayet normal, o yüzden bu film izlediğim filmlerden bu yönüyle ayrılıyor. 



Kaan (Nejat İşler) ve Mete (Yiğit Özşener) üzerine kurulu bir film. İki kafadar arkadaş olan Kaan ve Mete birlikte radyo programı yapıyorlar. Programın adı da Kaybedenler Kulübü. Açıkçası burada konuşulanlar oldukça baydı beni, insanlar bunlara tapıyor çok ilginç. Bir arkadaşım gelip bu muhabbetle başlasa -en kibar ifadeyle- “git bi çay koy” derim. Filmin belki de en olmamış noktası da bu aslında. Kaybeden (doğuştan loser) olarak lanse edilen bu ikili nasıl kaybeden diye şaşkınlıkla izliyorsunuz. Her gün bir başka güzelle gününü gün eden ikiliyi “kaybeden” olarak kabullenmekte zorluk çektim film boyunca. “E bunlar kaybedense biz neyiz lan” diye düşünmüyor değil insan. Kim yazmıştı hatırlamıyorum ama çok hoşuma giden bir söz var bunun hakkında, şöyle bir şeydi: “Gerçek kaybedenin kulübü olmaz…”.Yönetmen de bunu fark etmiş olacak ki radyo programına telefonla katılanların hikayelerini gerçekten acıklı yapmış. “Ölmeyi düşünüyordum, sizi dinlerken ölmeyi unuttum” diyen Pendikli ressam abimizin hikayesi kaybedenler kulübüne yakışacak cinstendi.

Kaan ve Zeynep (Ahu Türkpençe) arasındaki tüm o aşk, ayrılık ve romantizm sırasında, benim daha filmin başında fark ettiğim ve Zeynep’in tek cümle ile arada geçiştirdiği bir husus gözlerden kaçıyor. Kaan ve Mete oldukça donanımlı insanlar. Film sırasında da anlıyoruz ki kaybeden olmak aslında onların tercihleri. Biz böyleyiz ne yapalım diye bir kabullenmişlikleri var. Filmin sonunda da Kaan, Mete ve Murat (Rıza Kocaoğlu) her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözünün doğruluğunu uygulamalı gösteriyorlar. Zeynep’i kaybeden Kaan, anne desteği alan Mete ve filme nereden girip nereden çıktığı belli olmayan sevgilisinden ayrılan Murat hayatlarını düzene sokma kararı alıyorlar. Radyo programı bitiyor, film bitiyor.

Filmde dikkatimi çeken birkaç şeyi daha yazayım. Film boyunca “o kadar yalnızız ki” mesajı verilip duruyor. Açıkçası hiçbiri yalnız değildi. Radyo programını bile en iyi arkadaşınla sunuyorsun sonuçta, bu yüzden mesaj çok havada durdu. Bir diğeri de Zeynep, Kaan’a gelip “Gitme dersen gitmem” dediği sahne. Hiçbir kadın gelip doğrudan “Gitme dersen gitmem” demez, yediremezsiniz bunu. Tamam belki ima eder ama kadın tabiatını az çok biliyoruz, değil mi? Git de lan diye bekledim, ses çıkarmadı. Sonuç aynı oldu. Üç şıkkın ikisi aynı aslında. Sonuncusu da filmin müzikleri milyon kere denildiği üzere çok güzel. Mfö - yalnızlık ömür boyu çalmaya başladığında biraz kıskandım ama. Bu şarkı çok sevdiğim şarkılardan biri, herkes tarafından bilinir hale gelmesini istemezdim. Neyse, daha çok güzel şarkıları var onlarla yetinirim artık.

Neticede filmi beğendim. Ne öyle başyapıt denilecek kadar güzel, ne de yerin dibine sokulacak kadar kötüydü. Ayırdığım vakti boşa geçirmiş gibi hissetmediğim sürece o film benim için güzeldir. Bu da öyle bir film. Nejat İşler’i ve Ahu Türkpençe’yi hiç beğenmem, dolayısıyla da sevmem. Yiğit Özşener’i ve bu filmde ufak rolleri olan İdil Fırat ile Rıza Kocaoğlu’nu ise çok beğenirim ve severim. Böylesi karışık bir oyuncu kadrosuyla yönetmen Tolga Örnek iyi iş çıkartmış açıkçası.

3.5.11

Be Near Me


be near me when my light is low,
when the blood creeps, and the nerves prick
and tingle; and the heart is sick,
and all the wheels of being slow.

be near me when the sensuous frame
is rack'd with pangs that conquer trust;
and time, a maniac scattering dust,
and life, a fury slinging flame.

be near me when my faith is dry,
and men the flies of latter spring,
that lay their eggs, and sting and sing
and weave their petty cells and die.

be near me when i fade away,
to point the term of human strife,
and on the low dark verge of life
the twilight of eternal day.

Not: the Devil's Backbone filminden. Dr. Cacares karşılık beklemeksizin çok sevdiği Carmen'in ölümünü izlerken in memoriam a.h.h şiirinden bu mısraları söylüyor. Pan's Labyrinth filminin yönetmeninin elinden çıkmış, gerilim ve dramın çok güzel harmanlandığı bir film olduğunu da hatırlatayım.
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.