25.1.11

Benim bir Hayalim Var

köydeyim. köy yerinde adet olduğu üzere sabah erkenden kalkıyorum. penceremden günün ilk ışıklarını yakalamaya çalışıyorum. hemen penceremin önünde adına tuba dediğim küçük bir limon ağacım var (cidden var). altında lahanalar dizili. yapraklarında kimine göre gecenin, hikayelerde anlatılanlara göre de güneşe kavuşamayan yıldızların gözyaşlarının oluşturduğu kırağı (kırağı çoğul kullanılır mı?) var. sabah erken kalkmamın sebebi olan balık tutmak için dereye gidiyorum. bütün gece sesiyle ninniler söyleyen dere, sabah karadenizde umduğunu bulamayan martıların bir de şansını derede denemek için yukarıya çıkmasından ötürü sessiz.  alabalık en iyi sabah saatlerinde yakalanıyor, bunu daha küçük balıkların peşinde olan martılar kadar iyi biliyorum. balık sevdiğimden de değil aslında, benimkisi biraz da aç balıkları beslemek sayılır. zaten 1 km ötede alabalık çifliği var. richard bach'ın kitabında yaşayan özgürlüğü için mücadele eden martıyı arıyorum belki de. yerde yaşayıp, insan eliyle beslenen bir martının hayatından daha büyük bir hayat öyküsü olabilir mi ki? sanmıyorum. bulmaya çalıştığım martının ismi var mıydı acaba, hiç hatırlamıyorum. insanları ölümsüzleştiren isimler acaba aynı zamanda medeni hayatın kölesi mi yapıyor? çok düşünmek lazım bu soruyu. yine boş dönüyorum eve. zaten evin arkasına, hemen limon ağacının gölgesinin bittiği yere diktiğim domates ve salatalık fidelerim kahvaltım için yetiyor.

öğlen saatleri, sıcak değil ama nemli. evin önündeki salıncakta uzanmışım. kah kitap okuyorum, kah da ağaçların dalları arasından görebildiğim kadarıyla yeşilin binbir tonunu barındıran karşı dağı izliyorum. yerde kertenkeleler sinek peşindeyken, sinekler de yere düşmüş ve çürümeye yüz tutmuş armutların içini boşaltmakla meşgul. yerde hayat var, beton ya da asfalt değil. hayatı yerdekilere bırakıp, köyümüzün mezarlığına gidiyorum. babaannem ve dedem orada. hayal benim değil mi, bu yazıyı yazdığım günden itibaren değer verdiğim kimse hayatını kaybetmemiş. dualarımı ediyorum. fındıklığın içine mezarlık yapmak kimin fikriymiş acaba diye düşünmeye devam ediyorum. dua okuduğum yerden eylül ayının başında fındık toplayan arazi sahiplerini izlemek sadece karadeniz bölgesinde olabilecek bir şeye benziyor besbelli ki. ağaçların her yıl meyvesini döktüğü topraklara gözyaşlarımı dökmemek için zor tutuyorum kendimi. babaanneme veda edebilseydim, helalini alabilseydiğm keşke. modern hayatın bana attığı kazıklardan en unutmayacaklarımdan biri.

akşam oldu, yemeğimi yiyip erkenden uyuyacağım. televizyon ve internet asla köyüme girmeyecek zaten. dünyadan haberdar olmak için haber izlememe gerek yok, yeterince yaşadım. ezbere biliyorum dünyanın halini. sobamı yaktım, üstüne kestane, kuzinesine patates koyuyorum. köşesine de yemekten sonra içmek için yavaştan ısınsın diye demlik. öyle şaşaalı bir sofranın veya hayatın esiri hiç olmadım. huzurumu bozmayacak kadar sade olsun yeter. saat 10 olmadı, uyuyorum. yarın sabah balık tutmaya gitmek için erken kalkacağım, hissediyorum o isimsiz martı yarın gelecek!



12.1.11

The Rose

5.1.11

Çarpık Kentleşen Kelimeler

Nasıl ki bazı şeyler yerinde güzeldir, bazı kelimeler de doğru ağızdan çıktıklarında güzel. Her kelimenin ve/veya kelime grubunun insan üzerinde etki bıraktığı, okunduğunda/duyulduğunda “ah ulan” dedirttiği bir psikoloji durumu var. Örnek mi istiyorsunuz, alın size örnek: Sevgilisinden yeni ayrılmış birinin “hayat güzel sürprizlerle dolu.” dediğini düşünün. Sonunda ayrıldık da kurtuldum diyen olağandışı biri değil bu vatandaş. Ciddi ciddi üzülen biri işte. Şimdi söyleyin bu sözün inandırıcılığı var mı? Tamam hayat herkese sürpriz yapıyor olabilir ama o adamın ağzından o laf çıktığında hiçbir inandırıcılığı kalmıyor. Burger King’ten işkembe çorbası ısmarlamak, çiftliğe gidip köfte ekmek yemek, bir vogon’dan şiir dinlemek istemek, fight club filmini beğenmemek ya da ne bileyim hala Star wars filmlerini izlememiş olmak ne kadar garipse o söz de o kadar çarpık ve garip oluyor. O dakikadan sonra bu lafın üstüne söylediği her şey demogojiden ibaret benim için. İstediği kadar kassın, isterse dünyanın en güzel cümlelerini kursun ama bir kere anlatmak istediğin duyguyu ben yüzünde görmüyorum, nasıl olaya kapılayım? Nasıl doğru diyorsun diyeyim. Yok olmuyor, çok denedim ama olmuyor. Buradan bir oksimoron çıkıyor. Üzgünüm.

Kelimelerin çarpık kentleşmesi de yanlış psikolojide kullanıldıklarında oluyormuş. Bu kadar, başka bir tespitte buluşmak üzere, esen kalın!

3.1.11

Geleneksel Hayat Tespitleri #7 - Bazen Her Şey Basittir


Benim bir tane en iyi arkadaşım var. Düzenli olarak görüştüğüm tek arkadaşım da kendisidir efenim. Bahsetmek istediğim olayın öncesi şöyle;

ö: Olm canım çok sıkkın lan.
ç: Siktir et ya, gel de pes oynayalım. Seninki de yine Ankara'ya geliyormuş, abisinin nişanı varmış. Abisiyle dalga geçecekmiş. 
ö: Abisi onla dalga geçecek asıl evde kaldın diye, haberi yok. Neyse, siktir et, geleyim de pes oynayalım.

İşte mühendislerin bu huyunu çok seviyorum. Canım sıkkın dediğimde bana durup bir saat vaaz çekmiyorlar, hayatın güzelliklerinden bahsedip pollyanna olmuyorlar ya da hadi gel omuzuma ağlavari liseli aşık muamelesi çekmiyorlar. "Siktir et" diyorlar. Hayat bir mühendis için bazen bu kadar basite indirgenebiliyor. Kadınların mühendislere olan nefretini de bu açıklıyor aslında. Onlar her şeyi karmaşık istiyorlar. 

Ama hayatta bazen "siktir et" diyebilmek lazım. Yoksa bu saate kadar oturursun.




Masaüstü arka plan fotoğrafı olarak bunu kullanıyorum şu sıralar. Sizden bu fotoğrafa bakınca ne gördüğünüzü yazmanızı istiyorum. Bir uçak, muhtemel bir okyanus gibi şeyler yazmayın ama. Yorum istiyorum.
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.