25.2.11

Kadınları Anlarken Heder Olmak

Bir süper gücüm olsa kadınların ne düşündüğünü görmek isterdim.

Bir kadını pohpohlamaktan hiç haz almıyorum. Genelliyorum, bir insanı pohpohlamaktan hiç haz almıyorum. Zaten bir kadını pohpohlamak ile bir kadına asılmak arasında ince bir çizgi var. Yazdığınızın ya da konuştuğunuzun çizginin hangi tarafında olduğuna karar verecek olan da siz olmadığınızdan oldum olası sevmemişimdir pohpohlamayı. Olanı abartmadan söylemenin en iyi yolu kinayedir. “Beni ne kadar seviyorsun?” sorusuna “çok” diye cevap vermenin mantığını anlayamam ben. Kendisini ne kadar sevdiğini soruyorsa, ne kadar sevdiğini bildiği için soruyordur. Dolayısıyla kinaye tam bu durumlar içindir. İşte bu bir erkek bakışıyla böyle. Kadınlar ise hep erkeklerin anlamasını bekler. Yanlış yapması için bilinçli olarak kurulmuş bir tuzaktır anlaşılmamak. Kadınlardan bir isteğim var. Ne olur ne istediğinizi önceden söyleyin açık açık. Sonradan beni anlamıyorsun diye üzüleceğinize her şeyi baştan söyleyin. Anlamamızı beklemeyin, anlatın kendinizi.

“Bir beyin tümörüm olsa adını Marla koyardım” da insanlık tarihinin en arabesk cümlesidir bence.

Yakın arkadaşlarımdan birinin bir yıllık beraberliği geçen hafta sonlandı. Arkadaşım hala deli gibi seviyor halbuki. “Ankara’dan gitmem lazım, her yerde o kadar çok anımız var ki duramıyorum” dedi. “Arayım” dedi, arattırmadım. “Bittiğini ne kadar çabuk kabullenirsen o kadar çabuk önüne bakarsın” dedim. Tecrübe konuşuyor. Scorpions – Lonely Nights şarkısını loop’a alıp az dinlemedim zamanında, ona da tavsiye ettim. Century – Lover Why da olurdu ya neyse.Yangına körükle gitmek benim işim. Lafı şuraya getiriyorum, sizi bu kadar çok sevdiğini bildiğiniz insanlardan yoktan sebeplerle ayrılmayın. İçinde sevgilinizin olmadığı uzun vadeli bir planınız varsa bunu vedadan hemen önce söylemeyin. Bize, içinde bizim olmadığımız planlarınızı anlatın. İçinde bizim olduklarımız sürpriz kalsın, yeri geldiğinde nasılsa doyasıya yaşıyoruz. Son dakikada söylenen planlarınızı anlamamızı beklemeyin. Anlayamıyoruz çünkü.

Hiç sevmediğim bir şey varsa o da yarı yoldan bir şeyi unutmuş gibi geri dönmektir.


22.2.11

The Misfortunates

Hani bazı filmler vardır ya tam vizyon filmidir; Aksiyon havada uçuşur, görsel efektler ekrandan fışkırır veya o çok kıymetli Oscar’ı almak için irsi ya da dini ayrımcılığa parmak basar. İşte bu film de tam bir festival filmi; vizyona sığamayacak kadar vizyonlu bir film. Filmi sinema salonlarına getirenler de böyle düşünmüş olacak ki “Çölde Kutup Ayısı” gibi alakasız olduğu kadar da adına ne diyelim de bu sinema salonlarını kapatan zenginlere ve Hollywood hayranlarına izlettirelim derdinden kaynaklı bir ismi layık görmüşler. Beyazperde puanına baktım 5.8! Bu da beni haklı çıkartıyor.

Bu filmi izlememin bir gün öncesinde Hollanda yapımı olan Tideland filmini izlemiştim. Filmi bitirdikten sonra resmen Hollanda sinemasına sövecek durumdaydım. “Dude”ın oynadığı bir filmin içine bu kadar sıçılır diye düşünüyordum. Sonra bu filmi hiç spoiler’sız izledim. Filmi bitirip ulan bunların başka filmi de var mıdır diye bakmak amaçlı imdb’ye girdiğimde filmin Hollanda/Belçika ortak yapımı olduğunu gördüğümde şaşırdım. Yapınca oluyormuş demek ki.

Birbirinden alkolik 3 amca, bir baba ve bir büyükanne ile aynı evde yaşasaydınız nasıl bir gelecek sizi beklerdi’nin cevabını anlatıyor. Hayat ya cidden sürpriz yaparsa bir gün size ne olur diye hayallere gark ettiriyor. Sadece soyadı bağı bile bir aileyi hiçbir sebep yokken dahi bir arada tutabilir mi’nin cevabını yapıştırıyor finaliyle. O sürekli mızmızlandığımız hayatlarımızın aslında ne kadar şaşaalı olduğunu; ama buna rağmen bir o kadar da sıkıcı olduğunu alttan alta giydiriyor. Tam sıktı dediğiniz anda hayatı boğazınıza düğümleyip ekran başında nefessiz bırakıyor sizi birkaç dakika.

Filmle alakalı merak ettiğim çok fazla spoiler içeren şeyler var. Daha önce izlememiş olanlar varsa okumasın bundan sonrasını, izleyenler de belki benim gece izlememden mütevellit kaçırmış olduğum bir sahne varsa dürtsün.

-Amcalardan birinin çok az rolü vardı. Neredeyse repliği bile yoktu. Filme hiç girmedi, seyirci gibiydi.

-3 haftalığına ziyarete gelen hala ile kızı’nı filmin sonunda bir yere bağlayacaklar diye bekledim, bağlamadılar. Geliyorlar, gidiyorlar ama sonrası yok. Filme hiç etkileri yok.

-Filmin sonunda ölen baba nasıl ölüyor? Bununla ilgili de bir sahne ya da konuşma yok. Filmin en önemli karakteriydi bence baba, bunu söylemeliydiler. Özellikle oğluna “sen bizim soyadımızı taşıyorsun ama bizden farklısın” dediği sahne etkileyiciydi. Bir babanın geç gelmiş pişmanlığı!

-Yine filmin sonunda 5. kitabını yazdıktan sonra hasta anneannesini ziyarete gittiğinde söyledikleri tek kelime ile şahaneydi. “şimdiye dek oğluma iyi bir amca olabildim, baba olamadım”

-Bu kadar çıplaklığa lüzum yoktu sanki. 

-“tour de france” çok şahane bir fikir, beni alkole başlattıracak kadar neredeyse.

-Bu filme ortalama 5,8 veren izleyici kitlesinin film anlayışına sokim.

17.2.11

Back to the Future: The Game

Birkaç bölümden oluşacağı açıklanan oyunun ilk bölümü “it’s about time” adıyla geçtiğimiz aralık ayında yayınlanmıştı. Macera türünde olan oyun yaklaşık 400 mb gibi küçücük bir boyuta sahipti. 



İlk etabı bitirmiş biri olarak oyun olarak fazla bir şey vaat etmediğini belirtiyim. Daha çok dördüncü bir filmin senaryosunu takip ediyormuşsunuz izlenimi oluyor. 1931 yılına gidip Doktor’u önce hapisten sonra da haydutlardan kurtarıyorsunuz. O sırada kimlerle karşılaşıyorsunuz bu da sürpriz olarak kalsın. 



Bekleme ekranında çıkan akı kapasitörünü görmek, Dr. Emmet Brown’ın gerçek sesini duymak ve filmin o efsane müziğini dinlemek Back to the Future hayranıysanız kaçırmamanız gereken şeyler. Delorean’a binip saatte 88 mil hız yaptım lan ötesi var mı?! 



Bugün aldığım bir haberle de ikinci bölümünün an itibariyle çıktığını öğrendim. Get Tanen adıyla çıkan oyun yine aynı boyutlarda. Yine bir solukta bitirip üçüncü bölümü beklemeye başlarım artık.



İt’s always about time!

14.2.11

İnsan Neye Ağlamalı?

Erkekler ağlar mı, ağlamaz mı, ağlar ama çaktırmaz mı gibi sorular  Nilüfer ile Şebnem Ferah’ın  “erkekler ağlamaz”ı yeniden yorumlamasıyla yine popüler oldu. Bunların cevaplarının önemli olduğunu düşünmemekteyim. İnsanlar nelere nasıl tepki veriyor daha önemli.

Şimdiye kadar bir filmin sonunda hiç ağlamadım ama gözümü dolu dolu yapmayı başaran birkaç film mevcut. Hiç unutmam ikizimle Titanic filmini ağzına kadar insanla dolmuş bir sinema salonunda izliyorduk. Filmin sonunda Kate Winslett ile Leonardo DiCaprio’nun soğuktan kısılmış sesleri ile okyanusun üzerinde konuştukları bir sahne var. Salonun tamamı hüngür hüngür ağlıyordu o sahnede. 1500 kişinin öldüğü bir trajedide iki aşığın arasındaki “ben ölünce de hayatına devam edeceksin, söz ver” temalı konuşmasına ağlıyordu tüm salon. Ben ağlamamıştım. O gün insanları asla anlayamayacağımı anlamıştım. Hatta filmden sonra “Kate Winslett’in benimle olabilmesi için kaç erkek ölmeli acaba?” diye sordum diye ikizim bir hafta benimle konuşmamıştı.

Bir gün evde tek başıma Finding Neverland filmini izliyorum. Gerek çocukluk romanlarımdan bir  diğeri olan Peter Pan hikayesinin ortaya çıkışını, gerekse de hayal gücü ve inanmak ile nelerin başarılabileceğini anlatması bakımından benim için çok özel bir film. İşte böyle bir film final sahnesiyle gözlerimi dolu dolu yapmıştı. Babasından yoksun annesiyle yaşayan Peter, annesinin de genç yaşta ölmesi üzerine hayatımda cevabını en çok merak ettiğim ikinci soruyu soruyordu:

 “why did she have to die?”



Biz insanlar bile kendi yazdıklarımızı silip tekrar düzeltme lüksüne sahipken, bu alınyazısını yazanlar bizden daha kudretliyken daha ilk günden bunun olacağı belliyken bunu niye değiştirmezler. Niye bir çocuğun 12 – 13 yaşında anne ve babasını kaybetmesine göz yumarlar bunu anlayamıyorum. Vicdan bunun neresinde kalır? Niye öyle olması gerekir? Niye o ölmelidir? Alınyazısında ve kaderde hiçbir zaman anlayamayacağım noktalar olacak.

İnsanlar ağlayıp ağlamadıklarına göre kategorize edilmeye devam edilecek. Ne için ağlanıldığının önemi asla olmayacak. Çünkü aksiyon hissiyattan daima üstün tutulup, romantizm realizmi yenip sürrealizmin doruklarında olacak.

11.2.11

Together We Will Live Forever

"Bir şarkı duydum kalbim acıdı, bu kadar" kategorisinden bir melodi. The Fountain'i izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Clint Mansell imzasıyla;

Kontroll

Bir ülke bir film sloganıyla çıktığım yolda Macaristan durağında karşıma çıkan bir film. İsmi üzerinde herhangi bir kelime oyunu yapmadım, zaten afişten de bunu teyit edebilirsiniz. Tahmin edeceğiniz üzere filmin Türkçe karşılığı kontrol. Ülkemizde vizyona girmemiş olan bu film, film festivallerinde konuk olarak bulunmuş. Kaldı ki en iyi yabancı film kategorisinde oscar'a aday olmayı başarmış ama kazanamamış.

Filmin tamamı Macaristan metrosunda geçiyor. Garip bir şekilde turnike sistemi olmayan metroda, eski usul bilet kontrolü yapan bir grup insanın yaşadıklarından bir kesit sunuluyor. Yazarın baba mesleğini kaleme alması yabancı olduğumuz bir durum olmasa da, film yaşanılanları çok iyi yansıtıyor. Filmin içinde komedi öğeleri bulunsa da hakim olan karanlık ve mat çekimler ile işlenen ağır dram birleştiğinden komedi öğelerine gülümseyemedim. İyi bir gününüzde güldürme potansiyeli de var yani. Özellikle dayak sahneleri komedi filmlerinin olmazsa olmazıdır zaten. Dram fazlasıyla var ama.

Filmin tek eksik öğesi filmdeki oyuncuların iyi işlenmemiş olması. Kimler, geçmişte ne yaşamışlar, şu anda başka neler yapmaktalar, bunlar hakkında film boyunca en ufak bir sahne yok. Öncesi ve sonrası olmayan hayattan bir kesiti izliyoruz sadece. Dolayısıyla olaylar dram içerse de, insanlar üzerinde nasıl bir etki yapıyor bunu sezmek zorlaşıyor. Başarılı bir filmin, ikinci defa olsa yine izlerim kategorisine girmemesinin başlıca sebebi de bu olsa gerek. Bir defa kesin izlemek gereken bir film.

Başka bir durakta görüşmek üzere!

1.2.11

Hasta Oldum

her şey pazar günü kar serpiştirirken kızılay'dan tunalı'ya yürümem ile başladı. eve gelip fenerbahçe - trabzonspor maçını izlerken her nefes alıp verdiğimde ciğerlerimin acıdığını fark ettiğimde bir bardak sıcak süt ile geçiştirdim. ertesi sabah, pazartesi günü, dışım terleyip içim üşürken tir tir titriyordum. ama öyle bir titriyordum ki bir an kalbim duracak herhalde diye düşünmedim değil. sırasıyla annem, babam ve abim doktora götürelim diye ısrar ettiler ama yataktan kalkıp doktora gidecek halim bile yoktu. en son ne doktora götürme meraklısıymışsınız be diye bağırdığımı hatırlıyorum. bütün günü yatakta geçirdim. evde bulunan aferin, parol ve tylol hot ile 3 yılda içmediğim kadar ilacı 1 güne sıkıştırdım. en sonunda başım öyle bir ağrıyordu ki dayanamadım aç karnıma apranax içtim.

akşama doğru en iyi arkadaşım aradı. akşama tron filmine gidelim mi diye soruyordu. amerika'da vizyona girdikten 1 ay sonra türkiye'de vizyona giren bir filmi para verip izlemem biliyorsun dedim. zaten bilmem kaç yılındaki versiyonunu izleyip beğenmemiştim. ondan uyarlanan bir filmi birkaç görsel efekt için beğenmeyecek kadar sinemaseverim.
"hem hastayım, ölüyorum olm"
"demek satıyorsun"
"tamam lan sırf seni satmamak için ölmem."
"geber!"
"insan geçmiş olsun der, hastayız dedik."
"iyileşince gider miyiz?"
"bakarız"
"geçmiş olsun o zaman"

tam telefonu kapadım ki, diğer arkadaş arıyor. gta'yı kuramamış pc'ye. 10 yıldır pc kullanıyorsun, görüntü dosyasından oyun kurmayı, crack atmayı bilmiyorsun ayıp diye azarladım. orijinal oyunlar insanları tembelliğe alıştırıyor. zaten gözümü bile açamıyorum, bir de iki saat buna daemon tools anlattım. en son oyunu açılışında yarıda kalıyor dediydi, internetten araştır kapatıyorum dedim. hiç gta oynamadım ne bileyim ben.

işte böyle saçma iki konuşmayı da yaşadıktan sonra, bütün gün yemek yememiş ben iki kaşık mercimek çorbası içebildim. üçüncü kaşıkta yatağa geri döndüm. annem tamam yavrum ne istiyorsan onu yapayım, patates kızartayım dese dahi hayatımda ilk defa patates kızartmasına hayır demiş bulundum. gece biraz daha iyi hissedince 10 dakikalığına bilgisayara baktım. şansıma itsrainyday'e rastladım. infex 200 mg kullan diye tavsiyede bile bulundu. sağolsun gökhan da duyar duymaz geçmiş olsun dedi. ikisi de çok güzel insan.

işte bu yazıya başlamadan önce doktordan yeni gelmiştim. aile hekimliği başlamış, aile hekimimizden demeliyim sanırım. doktor soyismimi görünce babamı direkt tanıdı. bu hiç hoşuma gitmedi doğrusu.
"neyin var, kendini araba çarpmış gibi mi hissediyorsun?"
"infex 200 mg istiyorum. hiç araba çarpmadı bilemeyeceğim"
"onun işe yaracağını nereden biliyorsun?"

her ne kadar 6,5 sezon house izledim demek istesem de demedim. mentopin 600 yazmış. bir üst sürümü filan herhalde.

şimdi biraz daha iyiyim. başımın ağrısı geçti sayılır. ateşim azıcık var. hafiften öksürüyorum. iştahım hala yok. kırgınlık fazlasıyla var. yarın sabaha iyi olmam lazım. azıcık ilgi gösterin lan hastayım ben.
 
Okuduklarınız tamamen benim yazdıklarımdır.
Okuduklarınız tamamen size kalmıştır.
yine beklerim.