Çoğunuzun bildiği üzere gerek insan kalabalığından gerekse de eşya kalabalığından köşe bucak kaçan biriyim. Bir eşyanın gerekli olup olmaması çok göreceli bir kavram, insanlar için de belki aynısı denebilir. İşte böyle bir durumda neden odamda durduğunu anlamadığım ama gereksiz görüp atmaya da kıyamadığım birkaç eşyamdan bahsedeceğim. Eşyaların dedikodusu olur mu? Bilmem, tartışmaya açık bir durum.
Şüphesiz ki neden durduğuna anlam veremediklerimin en başında gelen eski radyodur. 60 cm uzunluğunda, 30 cm yüksekliğinde ve 20 cm derinliğinde olan eski mi eski bir radyo. Kitaplığımın en tepesinde tavana en yakın noktada arzı endam etmekte. O kadar eski ki sadece TRT radyo çıkıyor. Fm yayını yok, sadece uzun dalga frekansları yakalayabiliyor. Köydeki versiyonu Gürcistan radyosunu çekiyordu mesela. Küçüklüğümde TRT’nin maç yayınlarını defalarca dinlemişliğim var aslında, anısı da yok değil. Zaman en çok da elektronik eşyalara mı kötü davranıyor ne?
Hemen radyonun yanında devasa bir ahşap gemi durmakta. 1 m’ye 1 m var herhalde. Ledlerle ışıklandırılmış üstelik ama hayatımda bir kere bile kullanmadım, kullanacağımı da sanmıyorum. Hafiften korsan gemisine benziyor, özellikle de The Black Pearl’e. Bu gemi yapıldığı vakitlerde film henüz vizyonda değildi o yüzden güzel bir tesadüften ibaret olsa gerek. Titanic gibi bacalı değil yani. Önünde (Pruva?) küçük bir yunus var. 3 yelkeni var, en tepede de ufak bir Türk bayrağı. O kadar kullanışsız ki, alıp suya koysam muhtemelen batar. Niye duruyor, bilmiyorum.
Bir diğeri de maket helikopter. Fazla büyük bir şey değil, 20 cm ya var ya yok. Sanırım kobra, süper kobra da olabilir, aralarındaki farkı ayırt edemiyorum. Üstelik buna epeyi para da vermiştim. Böyle alıyorsun, kendin yapıştırıyorsun da hazır hale geliyor ya öyle bir şeydi. Bir ara epeyi boş zamanım varmış demek ki. Füzeleri filan hepsi yerli yerinde, sanki savaş çıksa operasyona gidecekmiş gibi duruyor. Bana doğru dönük üstelik, şeytan doldurabiliyorsa bunu doldursun hadi?!
Bunu yazmakla yazmamak arasında kaldım; ama sonucu biliyorsunuz artık. Ayşe Kulin’e ait Umut kitabı. Geçenlerde ikizimin elinde görüp “Ne başımıza feminist mi kesileceksin?!” demiştim, bitirip gıcıklığına masaya koymuş. Okumamı bekliyor belli ki, ahaha bu komikti işte. Kapağına baktım sadece, bir adam ile bir kadın samimi sayılacak bir şekilde oturuyorlar. Adamı da ilk görüşte Mr. Bean’e benzettim zaten, öyle itici bir tip, neyse. Kadın da bilirsiniz işte “Lady in red” kıvamında bir kırmızı elbise giymiş, gideri var yani (Öğğ). Neyse asıl dikkatimi çeken şeye geleyim, Umut yazısının altında şöyle bir şey yazıyor: “Hayat Akan Bir Sudur”. Allah aşkına ne bu şimdi? Sonuna da üç nokta koysa tam olacak yani, yok yok iki nokta hatta. Akan su nedir? Daha kapağında kaybeden bir kitap. Okumadan geri kardeşime de veremiyorum, ne yapacağım bu kitapla bilmiyorum. Hayat akan bir suymuş hey Allahım. Heee her şey su zaten de mi sevgili kaybedenler kulübü üyeleri? Ne suymuş arkadaş.
Sıkıcı bir yazı olmuş olabilir, ama emin olun ki şu anki havadan daha sıkıcı değildir. Bu ne lan iyice Menzoberranzan’a döndü Ankara.
12 yorum:
Gemiyi çöpe atmadan önce haber ver.
güzel yanar, sobalı mı eviniz? =)
oha senin ikizin mi var :)
evet, sürekli didişip durduğum ama çoook sevdiğim ikizim var =)
aaa ne ilginç, bilmiyodum, erkek mi :)
değil, o yüzden didişiyoruz zaten ya =)
aaa daha güzel :))
başıma gelen en güzel şey =))
Yeni ev kaloriferli galiba, annem öyle yaptırcaktı. Yakmaya değil, bakmaya istiyom.
"Hayat akan bir suymuş hey Allahım. Heee her şey su zaten de mi sevgili kaybedenler kulübü üyeleri? Ne suymuş arkadaş." Şu klişe söz yumağını, hayatı akan suya benzetme durumunu çok iyi özetlemişsin. Keyifsizdim ama şu son satırlar epeyce güzel olmuş, sağolasın :))
gemileri yakarsın diye düşünmüştüm :P atacak olursam sana sözüm olsun. bir ara da fotoğrafını çekip koyarım.
teşekkür ederim =)
edebiyatın üç noktaya indirgenmesine karşıyız tabi.
Yorum Gönder